Ne Piyasanın Ne AKP’nin Üniversiteler Bizimdir! – Yaren Tuncer

Bugün üniversite eğitimi yalnızca burjuva çocukları için var olan bir olanak değil, gençliğin neredeyse tüm kesimlerinde oldukça yaygın. Peki nerede başladı bizim bu üniversite hikayemiz?

19.yüzyılın ortalarında kapitalist gelişmeye bağlı olarak vasıflı işgücü ihtiyacının artması ile kapitalist eğitimin ileride yığınlara da sınırlı bir biçimde verilmesi ihtiyacı gelişti. Bununla birlikte 20.yüzyılda ise Sovyetler ve Doğu Bloğu ülkelerindeki nitelikli, parasız eğitim hakkının kapitalist ülkelerde yarattığı basınç ve ezilenlerin hak mücadeleleri, Batı Bloğunda yer alan devletleri eğitimi daha geniş halk yığınlarına sunmak zorunda bıraktı. Kapitalist gelişmenin doğurduğu gereksinimden de öteye geçen, hatta kârın bir bölümünün feda edilmesi ile finanse edilebilen eğitim, emperyalist küreselleşmenin dünya kapitalizminin karakteristik özelliği haline gelmesi ve Sovyet’lerin çöküşünün de etkisiyle hızla sermaye yatırım alanı haline getirilmeye başlandı, eğitimde ticarileştirmenin ve özelleştirmenin kapıları sınırsızca açıldı. Bu yıllarda eğitimde gerçekleşen yapısal dönüşümün yığınlara yansıtılan burjuva söylemi; “Okuyup iş güç sahibi olmak isteyen, parasını da öder!” olmuştur.

Hizmet Ticareti Genel Anlaşması, yani GATS, eğitimin de içinde olduğu kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesini öngören bir anlaşma. Türk burjuva devleti ise bu anlaşmayı 1995 yılında imzaladı. Anlaşma imzalanmadan bir yıldan az bir süre önce yayımlanan TÜSİAD raporuna bakınca üniversitelere dair şöyle bir ifadeye rastlıyoruz: “Üniversitenin vereceği mezunlar, ‘bilgi toplumu ve küreselleşme sürecinin gerektirdiği insan gücü profiline uygun olmalıdır.” Şaşılacak bir şey yok, düzen sermaye düzenidir. Sağlıktan eğitime tüm alanlarda sermayenin buyurduğu esastır ve her şey onun içindir.

Toplumsal yararı gözetmesi gereken üniversiteler, bugün esasında iki temel amaca hizmet etmektedir. Birincisi, burjuvazinin vasıflı işgücü/ucuz vasıfsız işgücü ve teknik ara eleman ihtiyacını karşılamasıdır. İkincisi ise toplum için bilgi üreten yerler olmaktan çıkarılarak, kapitalist üretim için bilgi üretme faaliyetini gerçekleştirmesidir. Yani üniversite denilen kurumlar sermaye gruplarıyla sıkı bağlar içerisinde örgütleniyor, holdinglerin kolları haline getiriliyor. Üniversiteler (aslında bu kapitalist toplumda eğitim faaliyetinin tümü için geçerli), toplumun eğitilmesi, insanın insanlaşması, toplumsal yarar amaçlı bilgi üretimi, bireyin kendini geliştirmesi vb. amaçlar için açılmıyorlar, kâr için açılıyorlar.

Kapitalist toplumun kapitalist eğitim modeli bakımından üniversiteleri kabaca bu şekilde özetleyebiliriz. Peki bu durumun bugün bu coğrafyadaki görünümü ne? Türk burjuva faşist eğitim zincirinin üniversite halkası hangi çarklara, nasıl bağlı? 

Bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da 71 tanesi özel toplam 206 üniversite mevcut. Peki ‘devlet baba’nın cebinden mi çıkıyor bu eğitim masrafları? Masrafı mı daha fazla yoksa kârı mı?

Yeni açılan üniversiteler bizi yanıltmasın. Bugün topraklarımızda sermayenin eğitime yatırım yapması özendiriliyor ancak eğitime ayrılan devlet bütçesi önemli ölçüde hem de bilinçli olarak kısılıyor, bir kısmı da özel eğitim kurumlarına aktarılıyor. Eğitimin finansmanı ise öğrencilere ve öğrenci ailelerine fatura ediliyor. Anlayacağınız devlet yavaş yavaş eğitim alanından çekiliyor ve bu alanı piyasalaştırarak sermayeye bahşediliyor.

Devlet üniversiteleri için ise bilinçli bir bütçe kısıtlama politikası izleniyor. Böylece sözde özerklik -salt mali anlamda- kılıfı ile eğitim ticarileştiriliyor ve sermaye gruplarına entegre ediliyor. Bugün birçok üniversitede ücretsiz öğrenci çalıştırmaya, proje ve kâr yükseltmeye yönelik çeşitli araştırma merkezleri, teknokentler ve teknoparklar kuruluyor. Kâr marjı düşük olan sosyal bilim ve sanat bölümleri ise tasfiye olmaya sürüklenmekte.

Meslek yüksek okulları için okul-piyasa ilişkisi güçlendiriliyor ve burjuvaziye iş gücü üretme fabrikasına dönüştürülüyor. Kâr edinme amacıyla birçok özel okul kurulurken devlet ve özel üniversitelerin bir bölümü de holdinglerin teknoloji üretim fabrikalarına dönüşmüş durumda.

BOUN, ODTÜ, İTÜ, YTÜ gibi devlet üniversiteleri ve KOÇ, BİLGİ, BİLKENT gibi özel üniversitelerin bazı bölümleri burjuvaziye yüksek nitelikli işgücü ve uzman yönetici yetiştirmekte. Bu üniversitelerin birçoğunda şirket CEO’ları dersler açıyor, kariyer kulüpleriyle etkinlikler ve konferanslar düzenleniyor. Şirketler bir süre ücretsiz çalıştırıp sonrasında belki kadrolu pozisyon lütfedebilecekleri öğrenciler seçiyor. Peki ya geriye kalan üniversiteler?

206 üniversitenin büyük çoğunluğu niteliksiz, burjuva anlayışına göre dahi ‘iyi bir yaşama’ sahip olmak için belki de okumamanın okumaktan daha hayırlı olacağı üniversiteler. Kapitalist üretim, vasıfsız yahut sınırlı bir vasfa sahip ucuz işgücü sömürüsüne ve işsiz yığınlara dayanır. Niteliksiz ve belki de kelimenin tam anlamıyla ‘dandik’ üniversite ve meslek yüksekokullarının varlığı ve sürekli bir yenisinin açılma sebebi de esas olarak kapitalist üretimin dayandığı bu temelden kaynaklı. Bununla da kalmıyor. Bu yeni üniversitelerin tüm akademisyen kadrosu faşist şefi sevenler derneğinin üyelerinden oluşuyor. Kent meydanlarından uzakta gereksiz derecede büyük arazilere kurulan bu yeni taşra üniversitelerinin etrafına özel yurtlar açılıyor. Bu üniversiteler kurulduğu illerde hemen emlak piyasasını canlandırıyor ve tüketimi arttırıyor. Eğitim kılıfı ile araziler rant kapılarına dönüştürülebiliyorlar. Zaten kampüsler de piyasa mantığına göre tasarlandığı için üniversitelerin kendisi de bir pazar haline çevriliyor.

Burjuva devletin her kurumunda olduğu gibi üniversitelerde de esas olanın kâr olduğunu biliyoruz. Üniversite öğrencileri buna razı gelir mi dersiniz? Devletin bitirdik dediği, biz gençliğin ise bitti sandığı İstanbul Üniversitesi’nden üniversitelerin bölünmesini de kapsayan yasa tasarısına karşı çıkan sesin gürlüğünü hepimiz duyduk. ODTÜ’de şenliğine sahip çıkan, okulunda polis de KYK yurdu da istemeyen o yüzlerin ne kadar çok olduğunu, ne kadar kararlı baktığını gördük. Bugün Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğrenciler Millet Bahçesi adı altında kampüslerinin ticarileştirilmesine karşı çıkıyor, forumlarda ne yapabileceklerini tartışıyor. Dokuz Eylül Üniversitesi öğrencileri Güzel Sanatlar Fakültesi’nin taşınmasına karşı, sermayenin bu saldırısına karşı aylardır direniyor. Yollarımız çıkışsız değil ve onlardan daha kalabalığız. Ancak üniversitelerde piyasalaştırmayı, neoliberal eğitim politikalarını söküp atmak için, kampüslerimizi kolektif yaşanan, bilginin kolektif üretilip kolektifin yararına kullanıldığı, tüm topluma açık özgür alanlar haline getirebilmek için bir çok şeye ihtiyacımız var.

Evet öfkeliyiz, inatçıyız, çoğuz. Bu saldırıların sebeplerini de biliyoruz. Ancak ihtiyacımız olan bir arada olmak, ne yapacağımızı konuşmak, hedefler belirlemek, kuvvetlerimizi bu hedeflere göre yönlendirmek, ortak bir anlayışla hareket etmek, örgütlü olmak ve kazanmak.

Burjuvazinin ne kadar örgütlü olduğunu biliyoruz. Eğer kampüslerimizi savunacaksak, demokratik ve özerk üniversitelerimizi kuracaksak en az onlar kadar örgütlü olmalıyız. Keza önce onların kampüslere yönelik politik hamlelerini bertaraf etmemiz gerek!