Kadın ve Şiir – İzel Aksoy

‘Acının ve gecenin rengi siyah diye yolları astarlama ömrüne,
Siyaha inat – kendi içinde değilse
Nerede aradığın sabah…’

Belki bu güzel satırları hangi şair yazdı diye düşünüyorsunuz şu anda. Aklınızdan birçok isim geçiyor ve şiir tarzlarına göre kim olduğunu bulmaya çalışıyorsunuz. Peki, aklınıza gelen isimlerde kadın şairler de var mı? Birazcık şiirle ilgilenen biriyseniz belki birkaç isim düşünebilirsiniz ama bir elin parmaklarından bile azdır. Şiirle ilgilenen insanlar olsak bile aklımıza bu kadar az kadın şair gelmesinin sebeplerini düşündünüz mü hiç? Neden çok güzel, çok duygu dolu bir şiiri bir kadının yazmış olabileceğini düşünemiyoruz? Neden diğer edebi türlerde kadın sanatçılara rastlayabilirken kadın şair sayısı bu kadar az?

Ataerkil toplumların kadın algısını hepimiz biliyoruz. Bu toplumlarda kadının rolü çeşitli yazılı olmayan kurallarla belirlenmiştir. Kadının en temel görevi aile kurmak adı altında erkeğe hizmet etmektir. Bu hizmet önce baba ve diğer erkek aile büyüklerinden başlar ve sonra koca ile devam eder. Kadın, çevresindeki erkekleri mutlu edebilmek için sürekli çalışmaya mahkûm edilir. Çocuk bakması, yemek ve temizlik yapması, her zaman bakımlı olması talep edilen kadın hayata dair tek amacının bunlar olduğuna inandırılmaya çalışılır. Başka hiçbir hayatı bilemeyen kadın kaderine razı olmak zorunda kalır. Bu sistem o kadar köklüdür ki kadınları sadece aile içinde değil toplumsal yaşamın her alanında ayaklarının altına almaya çalışır. Çalışmak isteyen kadınlar iş hayatında türlü zorbalıklarla karşılaşır, gece geç saatlerde sokaklarda rahatça yürüyemez. Sistem, giydikleri kıyafetten tutun da oturup kalkmasına kadar kadının her hareketinde söz sahibi olmak ister. Bu şekilde onları yıldırarak belirlenmiş temel görevlerine itmeye çalışır.

Erkek egemen sistemin kadınlar üzerinde tahakküm kurmaya çalıştığı diğer alanlar ise bilim ve sanattır. Çocuk dışında bir şey üretmesine kötü gözle bakılan kadının, insan doğasının en temel ihtiyaçlarından olan bilim ve sanatı üretmesine de tabi ki karşı çıkılmıştır. Eski zamanlara bakıldığında kadınların resim yapması hor görülmüş, şarkı söylemesi tahrik unsuru olarak nitelendirilmiş, yaptıkları bilimsel çalışmalar göz ardı edilmiştir. Zaman geçtikçe kadınların, azim ve isyanları sayesinde sanatta ve bilimde çok önemli işlere imza attıkları görülmektedir. Başlarda kabul görebilmek için erkek isimlerle yazılarını yayımlamak zorunda kalan kadın romancılar sonralarda kendi isimlerini kullanarak fikirlerini ve duygularını özgürce ifade edebilmeye başlamışlardır.

Fakat iş şiire geldiği zaman kadınlar bir türlü seslerini duyuramamışlardır. Şiir dediğimizde aklımıza onlarca erkek şair gelebilirken, düşünebildiğimiz kadın şair sayısı çok azdır. Şiir, duygu yoğunluğu çok yüksek olan edebi bir türdür. Şairlerin, genellikle duygularını uç seviyelerde yaşayan insanlar olduğu bilinmektedir. Kadınların da yapıları gereği çok duygusal varlıklar oldukları düşünülmesine rağmen erkek şairlerin daha çoğunlukta olduğu görülmektedir.

Konu şiir olduğu zaman ataerkil sistemin sanata baskısı çok daha net görülebiliyor. Sistemin kadını bir kalıba sokmaya çalışması, ‘kadın şiir yazmaz, kadına şiir yazılır’ ve ‘kadın şair değildir, ya bir ilham perisidir ya da hiçtir’ algılarını yaratması bu edebi türün kadınlar tarafından icra edilmesi arzusunu körleştiriyor.  Sistem tabi ki, yine de bu kalıplara sığmayıp sanat aşkıyla dolup taşan kadınların önüne türlü engeller koyuyor. Onları eğitim hakkından mahrum bırakarak aile hayatına mahkum ediyor, düşünmesi ve duygularını yaşayabilmesi için eline geçebilecek tüm fırsatları da yok ediyor. Türk şiirine baktığımız zaman ise bu durum en çok Osmanlı zamanında görülmekte. İslam ile birlikte artan ailevi ve toplumsal sorumlulukları ve üzerindeki baskılar yüzünden kadınlar yazı yazmaya ve çalışmaya fırsat bulamıyor. Kadınların aşktan ve dünyevi zevklerden bahsetmeleri ayıp olarak karşılanıyor. Aşk ‘erkek işi’ olarak görülüyor. Kadınlar ise bunun sonucunda maddi ve manevi cazibeden kaçınmaya çalışıyorlar. Tanzimat’la birlikte kadın şairler ortaya çıkmaya başlıyor fakat bu sırada rakipleri olan erkekler asırlardır şiir yazıyorlar. Bu durum kadınların şiir konusunda geride kalmalarına neden oluyor.

Ataerkil bir toplumda bu tarz beklenti ve baskılarla yaşamak elbette ki hiçbir zaman kadınlığımızı öldüremedi. Kimimiz bu sistemde mutlu olmaya çalışırken kimimiz de sisteme başkaldırıyoruz, değiştirip dönüştürmeye çalışıyoruz. Hepimizin bir çabası ve isyanı var. Bu sayede günümüze kadar çok şey değişti. Günümüzde kadının şiirdeki yeri çok umut veriyor. Yazının başındaki dizeler Türkan İldeniz’e ait. Tıpkı İldeniz gibi başka kadın şairler de edebiyata aşk ve umut dolu şiirler kazandırıyorlar. Kadın şairlerin eserleri aynı zamanda şiire yeni bir soluk getiriyor. Kadınların yazdığı şiirler kendi tecrübe ettikleri kültürel, ideolojik ve toplumsal koşullardan etkilenip özgünleşiyor; günlük hayata, domestik ve kişisel olana vurgu yapıyor. Bu da kadın şairlerin eserlerini diğer eserlerden farklı kılıyor.

Kadınlar olarak eril baskının her türlüsüne tüm toplumsal alanlarda olduğu gibi sanatta da direnmeye devam ediyoruz. Direndikçe daha da çok güçleniyoruz. Biz sesimizi duyurdukça sadece şiirde değil tüm sanat dallarında kadın dokunuşunu ve başarısını daha çok deneyimliyoruz. İhtiyacımız olan tek şey isyanımız. Sonra versin elini dizeler…

‘Berekettir diye hani geçen hıdrellezde 

Karınca kumu toplayıp getirmiştin

Kimse bereketi öyle getirmedi bana

Küçük, küçücük bir torbada

Az gerçi cüzdanımda hala kağıtlar,

Ama bozuklar harmandalı oynuyor,

Zil oluyor parmağımın ucunda,

Küçücük insanlar şimdi cüzdanıma her bakışımda

Neşeli bir ateşin üstünden atlıyor.

Kardeşim, biriciğim, kimse yoksulluğu benim için

Böyle sevimli kılmadı şimdiye kadar.’

Didem Madak