Dina’nın Ölümünün Üstü Neden Kapatılmak İsteniyor? – Senem Pektaş

Karabük’te Gabonlu üniversite öğrencisi 17 yaşındaki Jeannah Danys Dinabongho Ibouanga geçtiğimiz yıl Mart ayında Filyos Çayı’nda şüpheli şekilde ölü bulundu. Ölümünün üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Şu an Dina’nın şüpheli ölümüyle ilgili tek bir sanık tutuklu, o da üç kez gözaltına alınarak serbest bırakıldıktan sonra “tepkiler üzerine” yeniden tutuklanan Dursun Acar. Şüpheli ölümle ilgili ilk detaylar ortaya çıktığı an başta yerel basın olmak üzere medya bunu “gizemli” ve “medyatik” olarak ele alarak Dina’nın yaşamını didik didik etmeye başladı. Hele ki bu şüpheli ölüm haberi yıllardır demir- çelik fabrikası dışında kimsenin söz etmediği 200 bin kadar nüfuslu küçük bir kentten; 17 yaşında, siyahi ve göçmen bir kadından gelince bunu bir kadın cinayeti olarak düşünmektense önce dedikoduya benzer hikayeler kurgulanmaya girişildi. Ölümünün ardından açılan davanın ikinci duruşması yarın (24 Ocak) görülecek. Dina’nın ölümünü elimize halat olarak alarak düğüm düğüm kente uzanan yabancı öğrenci turizmine, bir taşra üniversitesinin nasıl Afrika kıtasına “benzersiz” eğitim deneyimi olarak pazarlandığı ve göçmen, siyahi genç kadınların üniversitelerinde ve yaşam alanlarında yaşadığı ırkçılığa, tacize ve seks işçiliğine sürüklenme sarmalına bakalım.

‘TAŞRALILIKTAN ÇIKIŞ’TA KARABÜK ÜNİVERSİTESİ
Yeni Şafak Gazetesi yazarı Yasin Aktay, 2021’de kaleme aldığı yazısında Türkiye’nin 81 ilinde açılan mantar tipi üniversitelerdeki düşük nitelikli eğitim ve yetersiz fiziki şartlara dönük eleştirilere işte böyle yanıt vermiş: “Türkiye üniversitelerinin taşralılıktan çıkışı hazmedilemiyor.” Yazar devamında, “Üniversite sayısı 76’dan 207’ye çıkarıldı. Her ile bir üniversite kuruldu böylece yüksek eğitim almanın önündeki birçok dezavantajlar ve engeller aşıldı” diyerek bu sözde hazımsızlığa yol açan verileri ortaya koyuyor.

Karabük Üniversitesi de AKP’nin dünya sermayesini gerisinden takip ederek yüksek öğrenimi sermaye bakımından bir ‘bölgesel kalkınma’ yani kazanç dinamiği haline getirebilmek için 2007 yılında kuruldu. Bugün 55 bin öğrenciye 16 fakülte, 5 yüksekokul, 9 meslek yüksekokulu ve 2 enstitü ile eğitim veriyor. 2020 yılı verilerine göre Karabük nüfusu 243 bin 614. Bu da basit bir matematiksel hesapla kentteki ortalama her 5 kişiden birinin üniversitenin öğrencisi olduğunu gösteriyor. 2021 yılında üniversite sitesinde paylaşılan bilgiye göre okulda 93 ayrı ülkeden öğrenci var. Bu Karabük Üniversitesi’ni Türkiye’nin en çok yabancı öğrenci barındıran üniversitesi haline getiriyor. Hangi ülkeler diye baktığımızda ise kendimizi bir Afrika ve Orta Asya haritası ile baş başa buluyoruz: Karabük Üniversitesi; Çad, Sudan, Somali ve Senegal başta olmak üzere pek çok yoksul Afrika ülkesinden ve Türki Cumhuriyetler olarak adlandırılan Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dan öğrencileri ağırlıyor. Peki bu öğrenciler Türkiye’de ortalama bir lise öğrencisinin haritada bile bulamayacağı Karabük’ten nasıl haberdar oluyor ve neden buraya geliyor? Bunlardan ilki Türkiye’nin bu ülkelerde kurduğu yüksek öğretim ajanslarıyla sistematik olarak tanıtımlarını yaptırması; liselerde Türkiye’de üniversite eğitimini anlatan stantlar açtırması ve Türkiye’ye öğrenci akışı için bir kanal yaratması. Karabük’teki çoğu öğrenciye neden burayı tercih ettikleri sorusu yöneltilince kardeşlerinin, akrabalarının ya da yakın arkadaşlarının referansını gösteriyor.

Türkiye’nin Afrika’da yürüttüğü, sermaye akışı sağlayan öğrenci turizmi; ülkenin Afrika’yı kendi ulusal sermayesi için bir askeri pazar haline getirme adımlarından bağımsız düşünülemez. Bölgesel emperyalist bir kuvvet olma yolunda temas ettiği ülkelerle arasında resmi ideolojiye de dayanan kültürel bağlar kurmak için yüksek öğrenimi kendine bir araç olarak belliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde kurulan ve işleyen YTB, (Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar) Afrika’ya eğitim aracılığıyla özelleşmiş bir çalışma yürütüyor. “Türkiye Türkiye’den Büyüktür” şiarıyla Türkiye Bursları projesi başlatılarak Somali’den binlerce öğrencinin ülkenin pek çok farklı üniversitesinde eğitimi için seferberlik başlatılması ile Erdoğan’ın üç ayda bir tekrarladığı ziyaretleri, Somali’ye Türkiye’nin yurtdışındaki en büyük askeri üssünün açılması ve SİHA başta olmak üzere askeri teçhizat ihracatının en yüksek noktaya varması tesadüfi denk gelişler değil.

Ticari hacmini artırmak isteyen Türk burjuvazisi, askeri yığınak haline gelmekte olan Afrika’da, Fransa gibi sömürgeci tarihle kendini var eden Avrupa ülkelerine kıyasla kendini daha güvenilir ve yakın bir ortak olarak pazarlıyor. Yarattığı bu pazarı da kültür ve eğitim çevresinde ortaklıklar ve her tarzda hayırseverlik faaliyetleri ile çevreliyor. Karabük Üniversite Rektörü Refik Polat, verdiği röportajda bu öğrencilerin Türkiye bakımından tuttuğu yeri şöyle anlatıyor: “Yüzyılları aşacak düzeyde şimdiden Türkiye’nin oralardaki elçileri yetişiyor. Her türlü kültürümüzü ülkelerine taşıyorlar.” Bu kapsamda Samsun’dan Karabük’e, Türkiye üniversiteleri Afrikalı öğrencilerin uğrağı haline getiriliyor.

Kuzey Amerika ya da Avrupa’da eğitimini sürdürmek isteyen ama buna ekonomik koşulları el vermeyen on binlerce Afrikalı öğrenci, Türkiye’yi basamak olarak kullanarak yurtdışında eğitim günlerine başlıyor. Afrika ülkelerindeki yüz binlerce gencin, eğitim programıyla Türkiye’ye getirilmesi, imzalanan silah ticareti anlaşmalarının diyalog zeminine dönüştürülüyor. Erdoğan’ın deyimiyle “mazlum” Afrika ülkeleri Batılı sömürgeci devletlerin zalimliğinden Türkiye’den aldıkları silahlarla “kurtuluyor”.

“Babacan” Türk burjuvazisi askeri pazarının yanında kendine “renkli”, “çok kültürlü” ve “hoşgörülü” kampüsler yaratıyor. Rektör Polat’a Çad Resmi Devlet Nişanı verilmesi ve ardından yaptığı “Bize çok minnet duyuyorlar” açıklaması bunun apaçık örneği. Özetle Bayraktar SİHA’larından Karabük Üniversitesi Meslek Yüksekokulu’na uzanan bir çizgide savaş ve yüksek öğrenim endüstrinin ekonomi politiği yer alıyor.

ÖĞRENCİ TURİZMİNDE GÖÇMEN GENÇ KADINLAR
Bu ortaklık inşasında Afrikalı genç kadınlar da Türkiye’nin pek çok üniversitesine yabancı öğrenci statüsü ile geliyor. Uzak mesafeler, pek sık erişilemeyen ulaşım seçenekleri ve yoksulluk nedeniyle genç kadınların sayısı erkek öğrencilere kıyasla daha az. Kendi ülkeleriyle iletişim ve ulaşımın seyrek olmasından kaynaklı olarak öğrencilerin önemli bir kısmı yaz başta olmak üzere tatil dönemlerini de Türkiye’de çalışarak geçiriyor. Genç kadınlar için en büyük sorunların başında dil bilmeme ve yoksulluk geliyor. Barınma ve yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için birinin, çok yüksek bir ihtimalle de bir erkeğin yönlendirmesine muhtaç hale getiriliyorlar. Ülkemizde küçük ya da büyük mülk sahiplerinin büyük çoğunluğunu erkekler oluşturuyor, küçük kentlere ve köylere indikçe de ibre tamamen erkeğe dönüyor. Yani hayatınızda hiç adım atmadığınız, dilini bilmediğiniz ve ten renginizin neredeyse hiç rastlanmadığı bir ülkede 17-18 yaşında yoksul bir göçmen genç kadın olduğunuzu düşünün. Erkek egemenliği bu çıkmazı kendi lehine çevirmek ve buradan bir sömürü alanı yaratmaktan geri durmuyor. Karabük Üniversitesi’ne eğitim için gelen göçmen genç kadınların çoğu yapılan röportajlarda, kente geldiklerinde ev arama süreçlerinde gittikleri ev sahibi erkeklerden seks karşılığı barınma teklifi aldıklarını, fatura ve yemek gibi temel ihtiyaçlarının seks karşılığında giderilebileceği teklifi aldıklarını söylüyor. Özellikle de kendi ülkeleriyle alışverişin tek kanalı olan kargo şirketi çalışanlarının bunu şantaj olarak kullandığını, seks karşılığında Afrika’ya kargonun yapılabileceğini söylediklerini anlatıyorlar. Türkiye’ye eğitim için gelen genç kadınların anlatımları, bu kadınlara yönelen taciz ve tecavüzü net bir şekilde ortaya koyuyor.

Bu genç kadınları cinsel obje olarak görmeden temas kuran erkek sayısının çok az olduğu anlatımlarından anlaşılabiliyor. Bu tacizler tek tek erkeklerin saldırısını aşıyor, çeteleşen bir ağ haline geliyor. Bu çetelerin işletilmesinde polisler ve devlet memurları görev alıyor. Öğrenciler fuhuş çetesine dair net bir bilgi vermese de “Sokakta kız kıza gezdiğimiz zaman ya da tek başımıza bazen araçlar yanımıza yaklaşıp ‘Kaç para?’ diye soruyor. Tüm siyahi genç kadınların fuhuş yaptığını düşünüyorlar” demekle yetiniyor. Karabük’te göçmen öğrencilerin neredeyse tamamının oturduğu 100. Yıl Mahallesi’nde gece geç saatte genç kadınların özellikle de 1002. Cadde’de erkek müşteri için beklemeye başladığı, saat 12.00’den sonra ise burada polis denetiminin arttığı yine anlatılanlar arasında. Kadınların göç kaynaklı yoksulluk nedeniyle beden sömürüsüne maruz kalması ve seks işçiliğine mecbur edilmeleri tarihin en eski uygulamalarından biri. YÖK ve Kültür Bakanlığı’nın göğsünü gere gere anlattığı çok kültürlü üniversite inşası da Karabük’te pekala bunun tekrarı haline geliyor.

Dina’nın şüpheli ölümünü ve sonrasındaki neden üstünün kapatılmaya çalışıldığını anlayabilmek için bu ilişkiler dinamiğini ortaya koymak önemli. Dina da işte göçmen genç kadınların böylesi bir sömürü ve taciz çarkından geçmek zorunda kaldığı kentte yaşamını sürdürüyordu. Ölümünün ardından ortaya konan her detay bunları doğruluyor. Cesedinin Filyos Çayı’nda bulunmasının ardından Karabük Valiliği, aceleye getirildiği belli bir açıklama yaparak ölümünde herhangi bir şüphe olmadığı, darp ya da cebir şüphesine rastlanmadığını iddia etti. Henüz adli tıp incelemesi bile yapılmamış bir ölüm için yalnızca konunun üstünü kapatmaya ve sorumluluk almamaya dönük bir amacı olduğu açıktı. Cesedin bulunmasından günler sonra şüphelerin kıvılcımını yakan, Dina’nın gece yarısı çıplak ayakla koştuğu kamera kaydını yayınlayan yerel gazeteci apar topar gözaltına alındı ve adli kontrolle serbest bırakıldı.

Bu görüntünün ardından gazetecilerin Karabük’e yönelmesi ile genç kadının içinde bulunduğu sarmal kendini göstermeye başladı: Dina, annesi ile yaptığı telefon konuşmasında kentte ırkçılığa maruz kaldığını, başına bir şey gelirse bunun Türklerden olacağını, Karabük’ten ayrılmak istediğini anlatıyordu. Bu konuşma öncesinde memleketi Gabon’a PTT aracılığıyla bir telefon kargolamak istemiş, dil sorunu nedeniyle gönderememiş ve kargo çalışanları tarafından taciz edilmişti. Ortaya çıkan detaylar kargo çalışanı bir erkeğin Dina’ya seks karşılığı 10 bin lira teklif ettiğini gösterdi. Dördüncü gözaltısından sonra ancak tutuklanan Dursun Acar’ın telefonunda yapılan incelemede siyahi kadınların içinde olduğu pek çok “pornografik” görüntünün bulunması da Afrikalı genç kadınların anlattığı varlıklarının cinsel obje haline getirilmesini doğrular nitelikte. Dina’nın kapı komşusu bir başka göçmen genç kadın, birkaç gece önce Dina’nın kaldığı daireden “Yardım edin” sesleri geldiğini, bağırışların kesilmemesiyle içeridekileri polisi aramakla tehdit ettiğini ve ancak böyle kurtulabildiğini anlattı. Karabük’teki “yabancı öğrenci cenneti” anlatısını kırmaya cüret eden tek açıklama, Afganistanlı genç bir kadının baskılara rağmen geri çektirilemeyen bu ifadesi.

Dina’nın geri kalan okul arkadaşları ya da komşuları yaşamı ya da ölümüne dair tek kelime etmiyor. Bunun başlıca nedenlerinden biri de üniversite rektörü Refik Polat’ın yabancı öğrencileri bu ölüm üzerine konuşurlarsa sınırdışı ettirmekle tehdit etmesi. Dina’nın ardından yabancı öğrenci temsilcileri ile yapılan bir toplantıda, “Burası Türkiye. Ya Türk geleneklerine uygun yaşarsınız ya da gidin” dendiği aktarılıyor. Buradaki “Türk geleneği” tarifi; şüpheli bir genç kadın ölümünün ardından kente yabancı öğrenci akışını zedeleyecek hiçbir beyanda bulunmayarak sessiz kalmak ve öğrenciler üzerinden dönen yerel ranta zarar vermemek anlamına geliyor.

Artık neredeyse kaydedilen kadın cinayeti sayısıyla aynı noktaya gelen şüpheli kadın ölümlerinde erkek devletin tutumunu düşünürsek bunun gerçekten de bir “Türk geleneği” haline geldiği açık. Gabon Ankara Büyükelçiliği’nin davaya atadığı avukat Batuhan Şeker’e uzun süre dosyaya erişim izni verilmemesi de bu çabanın bir ürünü. Dosyayla ilgilenmeye başlayan Şeker de zaten birkaç ay sonra “Türkiye’nin ırkçı bir ülke olarak görülmesine vesile olmak, itibarına zarar vermek istemiyorum” diyerek dosyadan çekildi. Türk devleti Dina üzerinden, bin bir denklemle ördüğü devletlerarası ilişkiyi zedelememek ve yüksek öğrenim pazarını kaybetmemek istiyor. Çünkü bu akışın kesilmesi demek kentte 2 milyar TL’ye varan bir piyasanın silinmesi demek. Öğrenci mahallesinden üniversiteye ulaşım sağlayan dolmuş kooperatiflerinden ev sahiplerine, marketlerden giyim ve hediyelik eşya dükkanı işletmecilerine kadar kazancı küçük ya da büyük bölüşen her pay sahibinin talebi bu yönde. “Yabancı öğrencilerin kente can suyu olduğunu” bundan dolayı da herkesin kulağının üstüne yattığını söylüyorlar. Kazancını en çok kaybetmek istemeyen de faşist şef Erdoğan tarafından Türkiye’de örnek üniversite kültürünün inşacısı olarak gösterilen, Afrika’dan devlet nişanlı rektör Refik Polat. Villasının peyzajı için üniversite bütçesinden yüz binlerce lirayı her ay aktaran, özel temizlikçisinden şoförüne Karabük’te kendine bir hanedanlık inşa eden, her tanıdığını üniversitenin kadrosuna yıllar içinde yerleştirmiş rektörün rahatının bozulmamasını istemesi galiba normal karşılanmalı? Verdiği bir röportajda kendi ağzıyla, “Devletin para vermediğini, her yıl yaz okulundan 4 milyon TL kazandığını” söylüyor.

Özetle, Dina’nın katledilmesine giden yolun aydınlatılması demek Karabük’te genç kadınların cenderesinde bulunduğu cinsel sömürü çemberinin aydınlatılması, fuhuş çetelerindeki devlet görevlilerinin ifşa olması, Türkiye’nin Afrika ile kurduğu askeri-ticari ilişkinin sekteye uğraması ve taşra kentlerinde kriz nedeniyle geliştirilemeyen ticari ilişkilerin yarattığı boşluğu dolduran öğrencilerin elden kayıp gitmesi risklerini barındırıyor.

“Yeni bacasız sanayi” üniversiteler pek çok küçük kentte yoksullukla debelenen esnafın mevcut iktidarla uzlaşısını sağlıyor, bu nedenle de ortadan kaldırılamaz hale geliyor. Bugün Dina’nın dava dosyasında yaşadığı ırkçılığa, tacize ve kentteki dinamiklere dair hiçbir detay bulunmaması, eklenmesi talebinin de mahkeme heyeti tarafından reddedilmesi de buradan geliyor. Dina’nın katledilmesiyle açığa çıkan Türkiyeli olmayan üniversiteli genç kadınlara yönelik cinsel sömürünün üstü, birincisi kişisel husumete dayandırılarak, ikincisi bu cinsel sömürü çarkı içinden sadece bir kişinin feda edilmesiyle örtülmek isteniyor. İkinci duruşma yarın (24 Ocak 2024) Karabük Adliyesi’nde görülecek. Dina’nın katledilmesine ilişkin davaya bu gözle tekrar bakmak, adalet talebini yükseltmek de bu sistemin teşhiri bakımından kritik bir önem arz ediyor.