Su Akar Yolunu Bulur – Berkayhan Soybora

Geçtiğimiz aylarda İstanbul’da kısa süre aralıklarla tekrarlayan fırtına, yağışlar ve neredeyse ilk damlaların düşmesiyle başlayan seller İstanbulluları bir kez daha felaketle burun buruna getirdi. Islah çalışmaları yapılırken betonlaştırılıp kent hayatına katılan(!) dere yataklarından sel olup akan yağmur suları ciddi miktarda maddi hasar oluşturdu. İktidar ise her zamanki gibi kamu tarafından denetlenemeyen dayatmacı imar ve planlama pratiklerinin yarattığı sonuçları “normal üstü bir doğa olayı…”, “Yıllar önce Londra’da da sel olmuştu.” gibi sözlerle perdelemeye çalıştı.

 İstanbul’da son yıllarda sürekli artmaya devam eden kent içindeki aşırı sıcak alanlar yer seviyesi ile gökyüzü arasındaki sıcaklık farklarını ciddi ölçüde arttırdı. Özellikle kent merkezlerinde oluşan mikro iklimler şiddetli rüzgarları ve fırtınaları kaçınılmaz hale getiriyor. Bu durumun ise ilerleyen zamanlarda artarak devam edeceğinden kimsenin şüphesi yok.

 Kent meydanlarında ve deniz doldurularak kıyı şeritlerde yapılan göz alabildiğince beton meydanlar, kentleri kimliksizleştirmenin yanı sıra aşırı ısınma etkisiyle oluşturdukları ısı farkı ile sert rüzgarlar, fırtınalar yaratıyor. Bununla birlikte bu beton denizler nedeniyle suyla ilişkisi kesilen, eğim düzeni bozulan, toprakla arasına setler örülen ve bir karış toprağa bile muhtaç hale gelen bazı semtlerde süzülemeyen yağmur suyu yolunu bulduğu yerden akmaya çalışıyor.

 Belediyenin yandaş firmalar eliyle yaptığı, “Kent içindeki yeşil alanlar”ı “Saksıdaki ağaçlar”a indirgeyen ve nedense(!) Taksim meydanı, Üsküdar meydanı gibi senelerdir tamamlanamayan peyzaj projeleri bu ekolojik krize çözüm olacakmışçasına halka sunuluyor.

 İstanbul’un kadim semtlerindeki iklime duyarlı ve doğayla barışık kentleşme pratikleri ve mekân kurguları korunmalı, büyük ölçeklerde de kent planlamaları için örnek alınmalıyken bu alanlar rant odaklı kentsel dönüşüm uygulamaları ve yabancı sermayeye ülke içinde yatırım alanı açmaya dayalı mega projelerin ardı ardına sıralanmasıyla sürekli talan ediliyor. Kent planlaması denilen şey ise iktidarın tepeden indirdiği projeleri meşrulaştırmak için kullandığı bir araç olmaktan öteye gidemiyor. Mevcut durum üzerinden, kamuya açık ya da kamuyu da doğrudan dahil ederek tartışmanın lafı bile edilmiyor, ettirilmiyor.

 Ekolojik planlama ve ekolojik tasarım ilkelerinin, yerinde ve yerlisiyle tartışılması, uygulanması gereken bu dönemlerde büyük sermaye sahipleri, inşaat şirketleri en pespaye projelerini ana akım medya aracılığıyla “Yeşil bina” , “Sürdürülebilir mimarlık” gibi post modern söylemlerle süsleyip kent içindeki ormanları, tarım alanlarını, yeşil alanları talan etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. İktidar ise İstanbul’u bir global kent yapmak(!) uğruna kent içindeki gayrimenkul rantı doymak bilmez şekilde tırmandırmakta bir beis görmüyor.

 Kent içinde kalmış bostanlar, tarihi kent meydanları, kentsel dönüşüm talanına direnen emekçi semtler, kuzeydeki orman alanları gibi çok yüksek rant barındıran arazilerin korunması için verilen mücadele ise haliyle iktidarın en büyük korkularından birisi. Emperyalizmin Türkiye’deki en büyük alanı olan inşaat sektörünün güçlü olması ve büyümesi sayesinde iktidardaki yerini sağlamlaştıran AKP, kendisinden olmayanlara bu konuda en ufak bir taviz vermiyor. Kendi kentini, anılarını ve geleceğini kaybetmek istemeyenlere, kent yönetimi ve planlamasının şeffaf ve demokratik olması için mücadele edenlere davalar açarak hatta özgürlüklerinden mahkûm ederek susturmaya, bastırmaya çalışıyor.

 Sonuç olarak, İstanbul’un yaşadığı ekolojik krizin nedenleri bir yönetim krizinden farklı değildir. Bu kriz içerisinde kentlerimiz için adalet arayışından vazgeçmemeliyiz. Rant odaklı değil kamu yararını gözeten ve doğadan yana tavır alan planlama yöntemlerini kamuyla beraber tartışmak ve alternatifler üretmek için toplumsal mücadele pratiklerine sıkı sıkıya tutunmalıyız.

 Berkayhan SOYBORA