Rant Talan Erdoğan – Germa Koçi

Kapitalizm, varoluşsal krizine kısa vadeli ‘çözümler’ getirebilmek, kâr oranlarını artırarak büyüyebilmek için her şeyi göze almak zorundadır. Çünkü sermaye büyümeye mecburdur. Bu büyüme eğiliminin üretici güçlerde meydana getirdiği devasa artış ile yıkıcı güçlerdeki artış birbirlerine koşuttur. Marx’ın, “Yeterince kâr varsa, sermaye son derece gözü pektir. Yüzde 10’luk kârın garantisi olması durumunda nerede olsa çalışır, yüzde 20 kesinse iştahı kabarır; yüzde 50 için gözü kararır, yüzde 100 karşılığında her türlü beşerî yasayı ayaklar altına almaya hazırdır; yüzde 300’de ise vicdanının elvermeyeceği suç, bedeli idam edilmek bile olsa göze almayacağı risk kalmamıştır.” diyerek gözü karalığını tariflediği kapitalistlerin elindeki bu yıkıcı güç, bugün kârın maksimizasyonu adına doğayı talan etmek ve ekosisteme geriye dönüşü olmayan zararlar vermek için kullanılmaktadır. 

Tüm dünyanın bir pazar haline geldiği günümüzde, Türkiye ve Kürdistan coğrafyası da kapitalistlerin gözü karalığından nasibini alıyor. Her fırsatta doğayı talan etmeye devam eden iktidar, kuşların göç güzergahında bulunan ve dünya üzerinde bitki örtüsünün en zengin olduğu yerlerden biri olan Artvin Cerattepe’de maden araması yapmak için doğayı talan ediyor. Yakın zamanda Cerattepe’de yaşam alanlarını savunmak için direnişe geçen halk için bu bir ilk değildi. 90’lı yıllardan bu yana 2 farklı maden şirketine karşı direnen ve yaşam alanlarına savunan Artvin halkı yaşam alanlarında yapılacak olan maden aramalarıyla birlikte gelecekte onları nasıl bir doğal felaketin beklediğinin farkındaydılar; ağaçların kesilmesiyle meydana gelecek olan heyelan, maden ararken kullanılan siyanürle birlikte su havzasında oluşacak kirlilik; bunun beraberinde getireceği hastalıklar ve tüm bu değişimlerden zarar görecek olan endemik canlı türleri… Orada yaşayan, bizler de dahil olmak üzere, tüm canlıların yaşam hakkının gasp edilmesiyle birlikte ekosistemin bozulması ihtimaline karşın kapitalist sermayeye alan açmaya devam eden iktidar bugün yine aynı şekilde farklı alanlarda doğa katliamına devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Kaz dağlarında yabancı bir şirket tarafından siyanürle yapılmaya başlanan altın ve gümüş arama çalışmalarının tepki toplamasıyla birlikte bölgede başlayan direnişi bastırmak ve aramalara devam edebilmek için farklı yollar deneniyor. Bölge halkıyla yapılan görüşmelerde halkı ikna etmek adına altın madeninin zararlı olmadığı söyleniyor. Oysa Maden Mühendisleri Odası altın madeni projesi için alanda kamu yararı araştırması yapılmadığını söylemişti.

İktidar eliyle doğa talanının devam ettiği bir diğer yer ise irili ufaklı akarsuların birleşmesiyle oluşan, bir çok farklı endemik bitki türüne ev sahipliği yapan Munzur havzası. Dünyadaki en temiz su kaynaklarından biri olarak bilinen Munzur’da da yine maden arama çalışmaları uğruna Munzur Milli parkını da içine alan 43 bin hektarlık ormanlık alan yok ediliyor. Daha önce bir kısmı Erzincan’da bulunan Munzur dağlarının Erzincan kısmında Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından av turizmi geliştirme projesi kapsamında bölgenin avcılığa açılacağı duyurulmuştu. Öyle ki turizm adı altında devlet eliyle hayvan katliamı yapmak; madenciliği geliştiriyoruz diyerek doğayı talan etmek, bizlere iktidar tarafından ‘’icraat’’ kisvesi altında sunulabiliyor.  Rant uğruna insanları, hayvanları ve doğayı yok sayan ve buna icraat diyen iktidara neden doğayı, hayvanları korumak için bir ‘’icraat’’ yapmadığını sormak gerekiyor. Hala daha yasalarda ‘’sahibinin eşyası’’ olarak geçen evcil hayvanlar veya sokakta yaşayan sahipsiz hayvanlar tecavüze uğradığında veya canice katledildiğinde katillerinin yargılanmadığı veya para cezasıyla kurtulabildikleri bir ülkede, hayvanları korumak için yeni yasalar çıkarılamazken ne hikmettir ki onların yaşam alanını yok edecek her türlü proje hızlıca hayata geçebiliyor. Munzur Koruma Kurulu Temsilcisi Hasan Şen “Madenlere ulaşmak ve ayrıştırmak için kullanılacak siyanür başta olmak üzere her türlü ayrıştırıcı kimyasallar toprağımızı, suyumuzu, havamızı, bitkilerimizi, canlılarımızı ve bizi zehirleyecektir. Bu alanlar içerisinde etkilenme sahasına giren 30’u aşkın köy ve mezra tamamen haritadan silinecektir. Bugün Dersim coğrafyası için ortaya atılan bu yıkım projelerine hep birlikte dur dememiz gerekiyor. Bu konuda herkese sorumluluk düşüyor.’’ derken aslında iktidarın burada sadece doğaya yönelik bir savaş açmadığını, aynı zamanda bölge halkının kültürüne yönelik bir saldırının da söz konusu olduğunu belirtmiş. Bir bölgeye ait doğal ve kültürel mirasa açılan topyekün bu savaş bizlere gösteriyor ki iktidarın buradan rant elde etmek dışında bölgedeki tarihin izlerini silmek ve bölgeyi kimliğinden kopararak kimliksizleştirmek gibi amaçları da var; tıpkı Hasankeyf’te de olduğu gibi.. Milyonlarca yıllık doğal bir geçmişe ve 12 bin yıllık kültürel bir mirasa sahip olan Hasankeyf’in ‘’kurtarma’’ adı altında dinamitlerle havaya uçurulup, ‘’güçlendirme’’ bahanesiyle beton dolgularla doğal yapısının bozulduğu ve baraj projesiyle kültürünün sular altında bırakıldığı bu tablonun gerçek yüzü bir kimliksizleştirme politikası. Rant ve kimliksizleştirme birbiriyle eş güdümlü bir şekilde iktidar tarafından Türkiye ve Kürdistan topraklarında her geçen gün kendine yeni bir kurban seçiyor. Avrupa’nın önde gelen kültür mirası kuruluşlarından Europa Nostra ile Avrupa Yatırım Bankası Enstitüsü (EIBI), 2016 yılına ait “Avrupa’nın En Tehlikedeki Yedi Kültürel Mirası” listesini açıkladı. Listede Hasankeyf de var. Liste tarih, arkeoloji, mimari, koruma, proje analizi ve finans uzmanlarından oluşan bir heyet tarafından 14 kültür mirası arasından seçildi. Yani uzmanlar tarafından da Hasankeyf’in tehlikede olan bir kültür mirası olduğu kabul edilmiş durumda.

Kapitalizmin kendine kurban olarak seçtiği bir diğer yer olan Salda gölü ise dünyada eşine az rastlanan, 1. derecede doğal sit alanı olarak kabul edilen bir bölge ve dünyanın en temiz 5. ve en derin 2. gölü olma özelliğine sahip. Ayrıca bir çok endemik türe ev sahipliği yapan bölge yakın zamanda ihaleye açıldı. TOKİ tarafından Salda Gölü’nün çevresi millet bahçesi yapılmak üzere beton zemine ve üstü ahşapla süslenmiş beton yapılara  mahkum edildi.

Sonuç olarak AKP iktidara geldiği günden bu güne neoliberal politikalarıyla ekolojik yıkımı Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında en üst seviyeye taşıdı.Sermayenin genel karakterine uygun bir şekilde ‘en kısa zamanda en az maliyetle en fazla karı elde edebilmek’ için kendi  doğasını ve insanını hiçe sayan AKP iktidarı ekonomik büyüme ve kalkınma için toplumun enerjiye ve yeni enerji kaynaklarına ihtiyacı olduğunu söylüyor. Oysa biz, enerjiye ihtiyacı olanın doğa ve toplum değil; doğayla olan bağını tamamen koparmış olan sermaye olduğunu biliyoruz. Sermaye her geçen gün daha fazla üretmek istiyor. Adeta aç bir canavar gibi toprağın altındaki enerji kaynaklarına ulaşabilmek için toprağın üstündeki yaşamı hiçe sayıyor; daha fazla enerji, daha fazla üretim, daha fazla araba, daha fazla silah ve daha fazla ekolojik kriz.. Yani diyebiliriz ki ekolojik krize neden olan doğal insan faaliyetleri değil, kapitalist sermayenin ta kendisidir. Ekolojik kriz doğayı ve yaşam alanlarımızı geri dönüşü olmayan bir yıkıma sürüklerken büyük kapitalist şirketler ise yeni yatırımlar yapabilmek için ellerini ovuşturuyor. Bu sebeple ekolojik kriz diğer toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerden bağımsız olarak ele alınabilecek bir alan değildir ve diğer alanlarla yine aynı  özellikleri gösterir. Nasıl ki savaştan en çok ezilen halklar, kadınlar ve çocuklar etkileniyorsa ekolojik kriz ve gıda krizi için de aynı şey söz konusudur.

Tüm bunları gözettiğimizde ekolojik krize karşı sivil toplum kuruluşlarıyla, bireysel olarak doğal hayata geçişle ya da yerel mücadelelerle değil; topyekün, ideolojik, politik ve kapitalizm karşıtı bir hareketle mücadele etmemiz gerektiğini görüyoruz. Toplumsal mücadelenin bir parçası olan ve toplumsal mücadelenin tümüne etki eden bir ekolojik hareket,  doğayı ve yaşam alanlarımızı savunabilmek için önümüzde duran en etkili yöntem olarak karşımıza çıkıyor.