Tüm Kadınlara; Yaşam da Bizim, Direniş de! – Leyla Can

Bir 8 Mart’ı daha karşılamaya hazırlanırken elbette ki gündemimizde son günlerde iktidarın ve kirli dilinin de gündeminde olan İstanbul Sözleşmesi var. İstanbul Sözleşmesi; kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki geçerliliği olan ilk uluslararası sözleşme. Fiili meşru bir kadın mücadelesinin giderek büyümesi, faşist devleti tam anlamıyla durduramasa da korkutmaya yetti, bunun karşısında iktidar baskılarını arttırdı, kadınların kurtuluş ve örgütlenme mücadelesinin önüne set çekme girişimleri giderek şiddetlendi. Kadınların yine kendi iradeleriyle kazandıkları İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme tartışmalarını önlerine çekerlerken, “makbul kadın”lar yaratma aracı olarak kullanılacak Kadın Üniversitesi projesinin de zemin yaratma çalışmalarına başlandı.

İstatistik verilere göre İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması tartışmaları şiddete teşvik eder ve şiddeti artırırken sözleşmeden çekilmeye bahane olarak sunulan “eşcinselliği meşrulaştırıyor” ve “aile değerlerini” yok ediyor söylemleri bir yandan da eşcinselliği normalin dışında göstermiş ve eşcinsel bireyleri hedef haline getirmiştir. İktidar her seferinde kendi faşist rejimini devam ettirebilmek için heteronormatif, erkek egemen politikalarını “kutsal aile ve değerler” kisvesi altında pazarlarken yine istatistiklere göre kadınlar en çok evlerinde öldürülüyor. Bahsettikleri kutsal aile bağları; kadının evde köleleştirilirken emeğinin, ev içi varlığının sömürülmesi, kadın iradesi yok edilirken aynı zamanda kimliksizleştirilerek hayatın fiili alanlarından koparılmasıdır.

Bianet’in her yıl açıkladığı “Erkek Şiddeti Çetelesi”ne göre 2020 yılında 284 kadın öldürülürken 255 kadının ölümü şüpheli durumda kaldı. Erkekler 2020 yılında 96 kadına cinsel istismarda bulunurken, 792 kadına şiddet uyguladı ve 147 kadını taciz etti. 2020 yılının son günlerinde 3 kadın aynı gün içerisinde katledildi. Aslında katledilen bu üç kadın; söylenen kutsal aile kavramının bahane olduğunun, erkeklerin sırtını bu sisteme ve sistemin onlara yarattığı “erkek konfor alanına” dayadığının kanıtı niteliğindeydi. Zira Aylin Sözer reddettiği, Selda Taş evli olduğu ve Vesile Sönmez ise oğlu olan erkek tarafından katledildi. Tablo açık bir şekilde bizlere göstermektedir ki kadınların yaşamları yer, zaman, kişi fark etmeksizin fail erkeklerin ve bu erkeklerin gücünü aldığı erkek egemen sistemin ellerine bırakılmıştır. Son 6 yılda görülüyor ki kadın cinayetlerinin en çok işlendiği yıl sözleşmenin kaldırılmasının gündeme getirildiği 2019 yılıyken, son 10 yılda kadın cinayetlerinin düşüş gösterdiği tek yıl sözleşmenin imzalandığı 2011 yılıdır. Bu tablo gösteriyor ki şiddet erkek egemen ve kadın düşmanı politikalardan besleniyor.

Tüm bunlara, siyasal islamın sinsi bir şekilde yürütmeye çalıştığı kadın politikasına, iktidarın hayatın her alanında yürürlüğe sokmaya çalıştığı erkek egemen zihniyete rağmen kadın özgürlük mücadelesi bir adım bile gerilemedi. Yaratmaya çalıştıkları sistemde, kendilerine ve rejimlerine hizmet edecek “uysal kadın” kavramına karşılık, karşılarında gün geçtikçe cesur adımlar atan, sokaklardan geri adım atmayan kadınları gören iktidar, her devrin çöküşte olan iktidarlarının yaptığı gibi giderek çirkinleşen, zalimliğini, barbarlığını gizlemeyen bir hal almış durumda. İktidarın İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasını istemesinin temel nedeninin 18 yıllık iktidarlarında kadınları sindirememesi olduğunu ve sokağa çıkma cüreti gösteren, dayatılan makbul kadın kimliğini kabul etmeyen, makbul yaşam olgusunu yıkan kadınları bastırmak için bir yol olarak gördüğünü kavramalıyız. Nitekim iktidar burada da güçlü bir kadın iradesiyle karşı karşıya kalmış ve tekrar kadınlar tarafından yenilgiye uğratılmıştır. Kadın cins özgürlük mücadelesinin önündeki en büyük engel erkek egemen politikalar iken, AKP-MHP faşist ittifakı tüm baskılarına, kadın düşmanı politikalarına rağmen kadın mücadelesinin önüne, kadınların sokağa çıkma iradesinin önüne set koyamamıştır. Aksine giderek büyüyen bir bilinçlenme ve kendi kaderini tayin etme gücüyle karşı karşıya kalmıştır.

Faşist rejim ezilenlerin, işçilerin, LGBTİ+’ların ve de azınlıkların üzerindeki baskısını artırırken yine bu baskıların en saldırgan olanları kadınlara ve kadınların yaşamlarına dönük olanlar olmuştur. İktidarın gün geçtikçe artan faşist uygulamaları, ırkçılıktan ve şovenizmden beslenen nefret dili, ev içi şiddet olaylarını tetiklemekte ve gözler önünde şiddet uygulamaktan çekinmeyen failler yaratmaktadır. Bugüne kadar katledilen, kaybettirilen, evinde şiddete maruz kalan, duvarların ardında hala sesini duyamadığımız şiddetin ve cinsel istismarın gölgesinde yaşayan kadınların varlığı bir gerçekliktir ve bu gerçeklik yasaların kadınları koruyamadığının kanıtıdır. Yasalar kadınları korumak için değil erkek egemenliğini meşrulaştırmak ve kadınları pasifleştirerek yaşamdan izole etmek için dizayn edilmiştir. Biz kadınlar yaş, yönelim, sınıf, etnik köken fark etmeksizin evlerimizde, okullarımızda, sokaklarda veyahut yaşamın günlük akışında var oluşumuz için mücadele ediyoruz.

Tüm bunlara, faşist şefliğin ve rejiminin dilinden düşmeyen nefret söylemlerine rağmen aktarılanın aksine toplumun yalnızca %7’si İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını savunuyor. Kuşkusuz bunda kadın hareketinin ve genç kadınların sokak sokak yürüttüğü çalışmaların, eylem alanlarında güçlü bir şekilde ifade ettiği “İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyeceğiz” kararlılığının payı büyüktür. Bundandır ki iktidar bir sindirme politikası olarak kadın örgütlerine saldırmakta, terörize etmekte ve hedef göstermektedir. Bu bize asıl olarak şunu göstermiştir; evet biz kadınlar varlığımızla, sesimizle, sözcüklerimizin gücüyle onların en büyük korkularıyız. Mücadeleyi terk etmeyen ve direniş alanlarının en önünde olan kadınlar, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırtmayacaktır ve faşist şefliğin keyfi kadın politikalarına da boyun eğmeyecektir.

Kadınların büyüyen isyanı, sokağa çıkma iradesi, Şule Çet davasının sahiplenilmesi, katledilen kadınların adaletinin alınması ve şu anda Gülistan Doku özelinde kaybettirilen kadınların sahiplenilmesi; kadınların örgütlü mücadele ile tanışmasında etkili olmuş ve belirli algı yöntemleriyle oluşturulan “örgütlü olmanın tehlikeli olduğu” algısı yıkılmıştır. Kadınlar, bu süreçler içerisinde örgütlü bir şekilde hareket etmenin kadınlar ve adalet bekleyen tüm kesimler için tek adalet ve yaşam yolu olduğunu görmeye başladılar. Bizlere düşen, bu bilinci kadın kitlelere ulaştırırken aynı zamanda iktidarın kadınları baskılamak için yarattığı yolları kapatmak ve hatta başlarına yıkmaktır.

Elbette ki faşizmin iktidarını devam ettirebilmek için saldırdığı ilk yer, kendi sonlarını yaratacaklarını bildikleri alanlardır. Kadın özgürlük hareketi bu yüzden iktidarın hedefindedir. Kadınlar iktidarın baskı rejimini geriletmekteki direnişlerinde çok iyi fiili bir mücadele vermiştir. Var olan krizler devrimci fırsatlar olarak görülmeli ve bu fırsatlar kadın özgürlük mücadelesinin eşik daha atlatılmasında bir yol olarak açılmalıdır. Bu 8 Mart’ta da örgütlülüğümüzün, bir aradalığımızın, kadın yoldaşlığımızın gücünü evlerden sokaklara taşarak, eylem alanlarında gösterelim. Tüm kadınlara sevgilerimle; direnişle, dayanışmayla kalın. Yaşam bizimdir!