Suruç’ta 33 Güvercin – Tunahan Gözlügöl

Vincent van Gogh'un ''Buğday Tarlası Ve Kargalar'' isimli tablosu.

Kaybolan anıları yaşatan, anılarda adını bulan insanlardır derler. Adını andıkça her ovada, dağda, ağaçta, direnişte; halklar arasında büyüyen bir ekin gibi boy verirsin. Büyüdükçe büyür olgunlaşıncaya kadar yaşarsın. Ama son kişi adını anmaz ise şayet, ezilir un gelirsin. Bu buğday tarlasında olduğumdan mı aklıma geldi emin olamıyorum ama bir gün son kişi adımı kendine saklayacak ve yitip gitmiş bedenimin üstüne benliğim de yitip gidecek. Bunları düşünürken Urfa’nın sıcağında çoktan hasat edilmiş olması gereken buğday tarlasında ne işim vardı? Temmuz ayına buğday mı kalırdı? Belki de ezilmek bilmez buğdayların direnişindeydim ben. Rüzgar eserken hafiften buğdayların toplantısı başlıyor. Herkes çok hararetli sanki. Hoş kuru başakların hışırtısından başka duyduğum bir şey yok ama biliyorum ki nice destanlar yazdı buğdaylar. Değilse hangi başak bu zamana ezilmeden dururdu ki? Göklere de yetişemiyorum ki kimdir, nerenin buğdayıdır bunlar diye bakayım. Bir sona gelmenin amacıyla yürüyorum. Yükünden eğilen başaklar tek tek alnımdan öpüyor. Anlamını bilmiyorum. Sanki tanıyorlar beni. Nereye gittiğimi biliyorlar gibi. Kıyamıyorum onlara. Zaman kaybetmek uğruna vedalaşmalarına izin veriyorum başakların. Kadim dostlar olmalılar beni benden çok tanıyan. Sahi kimdim ben? Neydim? İşte kuru toprağı yumuşatan bir yağmur başlıyor unutuyorum her şeyi. Yağıyor da yağıyor. Boğmuyor beni veyahut korkutmuyor damlalar. Sadece düşüyor sanki hınçla yaşatması gereken bir şey varmış gibi ve ben tam ortasındayım o yaşatılması gereken şeyin. Ne ola ki bu kadar hıncın sebebi? Yaşatmak elbette, yaşatmak… Ancak neyi? Toprağın kokusu yayılıyor içime. Sanki dünyanın son toprak kokusunu içime çekmişim gibi. Yahu nasıl hatırlatırım bu kokuyu? İsim değil ki haykırayım dağa taşa, unutturmayayım. Neden bu hüznüm? Neden son defa duyacakmışım gibi bu kokuyu, içimde kopup giden bu acının andını yazıyorum içimde? Oysa yıllardır sorular soruyorum içine şiirler yazarak. Halklarıma yolluyorum okunsun diye her taşta her suda. Onlar dahi anlam bulurken neden sorularım havada asılı kalıyor da sesim çıkmıyor. Yahu Urfa’nın orta yerinde yağmur nasıl bu kadar hınçla yağabilir aklım almıyor. Durmadan, sanki bir şeyler anlatmaya çalışır gibi… Toprak ölmüş de diriltmeye çalışır gibi… Çocukken bir yaz günü görmüştüm bu kadar yağmuru. Kurak topraklarda yağan o hıncı görmüştüm, evet. Ama biliyorum ki hınçla yağan o yağmur içimdeydi. Nasıl olurdu da ezilen başakları görüp susardı içimdeki yağmur? Evet, şimdi anlıyorum yaz ortasında yağan yağmurun hıncını ve içim parçalanıyor. Başaklar yakında ezilecekti demek. Umut taşımalıydım onlara. Bir tohum belki veyahut adlarını taşırdım gökten göğe. Demek vedaları da bundandı. O an koşmak geldi aklıma ancak bir anda bir karış yüksekte buldum kendimi. Neden peki? Neler oluyor? Ellerimi görmek istedim ancak bembeyaz bir kanat gördüm gözlerimin önünde. Ne yapsaydım? Anlamıyorum ve içimde bir telaş fışkırıyor. Elim ayağıma dolanıyor. Kanadım kanadıma mı deseydim yoksa? Çocukluğumda bir yaz günü okumuştum bunu. Ancak o böcek değil miydi yahu? Telaş yükselirken bedenimde, yükseldikçe yükseldim ve ne görsen şaşırmazdın diye sorsalar tek cevabım ezilmeyen bu buğday tarlasına umut taşıyan ben gibi beyaz kanatlılar derdim. Belli ki onlar da şaşırmış ne olduklarına. Bir telaş hakimdi gökyüzünde. Sanki ne oldum telaşı yetmezmiş gibi bir dom-dom kurşununun gümbürtüsü yükseldi tarlanın az berisinde. Ne yaparım bilemedim. Çok korktum ancak ne yapayım bilmiyorum. Uçup öteye kaçanları görüyorum. Ne oldum telaşındayken şimdi de ne olacağım telaşı eklendi kaygılarıma, neler oluyor anlamadan bile. Yükseldiğimi bile şimdi fark ediyorum ama kanat çırpmıyordum. Neler oluyordu? Çırpmaya çalışırken kanadımı, bedenimden süzülen kızıllığı şimdi fark ediyorum. Kanadımı çırpamazken nasıl yükseliyorum aklım almıyor. Çocukken bir yaz günü de görmemiştim bunu. O dimdik başakların toplamı gittikçe küçüldü ve karardıkça karardı gittiğim yer. Karardıkça fark ettim bu karanlıkta parlayan diğer kanatlıları ama beyazlığını bazı yerlerinde yitirmiş olduklarını da fark ediyorum. Bir anda aklıma şimşek gibi çakıyor. Unuttum! Unuttum! Bağırıyorum ezilmeyen buğdaylara “Adımı kendinize saklamayın! Adımı kendinize saklamayın!” diye. Sanki adımın ne olduğunu bilir gibi ferahtı içim. Benim dışımda diğer 32 beyaz kanatlının da aynı şeyi yaptığını fark ediyorum. O ezilmeyenlerin diyarı buğday tarlası bir nokta olunca beyaz kanatlılar yükseldi ve zifiri karanlıkta bir dolunay gibi parlar oldu. Bu yalnızlıkta kenetlenmek gerekirdi ki bunu düşünür düşünmez bir araya geldik ve bu bir araya gelişle anlıyorum bizlerin birer güvercin olduğunu. Pençelerimizde umutları ulaştıramadan karanlığa vardık ancak bu karanlığı da yine apaydın yapan bizlerdik. Uyumak gerek dedim içimden, uyumak ve düşümüzü büyütmek gerek dedim. Bunu içimden dememe rağmen içimi okur gibi 33 beyaz güvercin pençelerimizdeki umutla uykuya daldık. Uykuya dalana kadar bir cümleyi tekrar ettim durdum: ‘Adımı kendinize saklamayın! Adımı kendinize saklamayın! Adımı kendinize…’

 

Ve 33 umut dolu güvercin karanlığın ortasında parıldayan birer düş yolcusu olarak her dik duran, ezilmeyen tarlanın üzerinde parıldadı. Bizler ise adlarını her taşa, toprağa, suya, dirence haykırdık; saklamadık içimizde. 33 düş yolcusuna saygı ve özlemle… Adlarını kendinize saklamayın!