Dilli Düdük | Özgürlük Bizim Mücadelemiz – İlknur Çetin

Toplumların tarihini ayrıntılı bir şekilde incelendiğimizde kadınlara pek yer verilmediğini görürüz. Genellikle klasik burjuva tarih anlayışına göre tarih yazıcılığının temeli erkek kahramanlar (krallar, soylular, savaşçılar vs.) üzerinde kurulur. Egemen sınıfın erkekleri anlatmasının en temel sebebi, üretim araçlarını ellerinde bulundurmalarından dolayı ezilenler üzerinde hakimiyet sağlamalarıdır. Egemen sınıflar toplumu yönlendiren tüm araçları (hukuk, kültür, din, eğitim vb.) ellerinde tutarak tarihin öznesi oldular.

Burjuva tarih yazıcılığının altın bir kuralı olan bu durum; ezilenler cephesinde de şüphesiz farklı değildir. Ezilen sınıf içerisinde erkeğin cins egemenliği ortaya çıkar ve kadınlar burada da dışlanır. Bu durum erkeğin sınıfsal olarak ezilmişliğinin aksine  cins olarak egemenliğini gösterir. Egemen sınıflar karşısında ezilenler kadın ve erkek olarak ortak hareket etseler de; sınıflı erkek egemen toplumun ortaya çıkardığı ayrıcalıklı cins konumunu her zaman kullanırlar. Bu durumdan hareketle kadınların mücadeledeki konumu yer yer erkekler tarafından küçük görülebilir. Kadınların tarih sahnesinden dışlanmaları devamlı eleştirilen bir durumdur. Bu durumu tersine çevirmek için yapılması gereken ilk şey; sınıflı toplumların kadını nesneleştiren erkek egemen sisteme karşı kadınların cins bilinci ile kuşanmalarıdır. Toplumsal bir varlık olan kadın bilinçlendikçe, cins ezilmişliğini anlayacak ve değiştirmek için harekete geçtikçe özneleşecek ve kendi tarihini yazacaklar.

Peki kadınların ikincil planda kalmalarını oluşturan sebeplere bir göz atalım. Bu durumu materyalist bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde tarihte belirleyici iki etken ortaya çıkıyor:

-Dolaysız yaşamın üretimi: Yaşam araçlarının üretilmesi

– Yeniden üretimi: İnsanların (türün) üretilmesi

“Emek henüz ne kadar az gelişmiş, ürünlerin miktarı, dolayısıyla toplumun zenginliği ne kadar kısıtlayıcıysa, toplum düzeni o kadar çok şeyin bağının egemenliği altında görünür.” Engels bu açıklamasında ilkel komünal toplumda üretimin artık değer oluşturmadığı dönemde toplumsal yapıyı belirleyen temel etkenin türün üretimi olduğunu ifade etmiştir. Bu durum da soyun üretimini sağlayan kadının toplum kurallarını belirlediğini özgür ve saygın bir konumda olduğunu gösteriyor. Anayanlı olan bu toplum sisteme, üretim araçlarının ortaya çıkması ile erkekler tarafından son verildi. İlkel komünal toplumda kadınlar yönetici pozisyonunda değillerdi. Anayanlı eşitlikçi bir toplum yapısı kadınlar tarafından oluşturulmuştu. Toplum kurallarını belirleyen, klanlar arası ilişkileri düzenleyen bir pozisyondaydılar. Yöneticilik (hükmetme) özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkmış erkek egemenliğinin bir ürünüdür. İlkel komünal toplumda kadınların çok eşli bir hayata sahip olduklarını görmekteyiz. Fakat özel mülkiyetin ortaya çıkması erkeklerin mülkiyet haklarına sahip olmalarıyla klan içindeki eşitlikçi sistem yok olmaya başlamış ve grup içi çoklu cinsel ilişkiler zamanla erkek için keyif kadın için eziyet haline gelmiştir. Bir diğer temel sebebi ise üretim araçları ile birlikte miras hukukunun ortaya çıkmasıdır. Hayvancılık ve tarımın gelişmesi ile birlikte insan işgücüne daha fazla ihtiyaç duyulmuştur. Erkekler geçim araçları üzerindeki hakimiyetlerini bu ihtiyaç üzerinden oluşturmuşlardır. Üretim araçları üzerinde hakim olan erkek öldüğünde ise mirası çocuklarına kalmaktaydı. Bununla birlikte soy üretiminde baba daha belirleyici hale geldi.

Özel mülkiyetin çoğalması ile kadının toplumsal yaşamdaki saygınlığı yavaş yavaş yok olmaya başladı. Çocuklar anne gensine dahildi, baba ise başka gense ait olduğu için babanın ölmesi ile birlikte miras gensteki diğer erkek kardeşlere kalmaktaydı. Bunu ortadan kaldırmak için çocukların baba soyuna bağlanması, soy üretiminde kadının saygınlığını yok etmeye başlamıştır. Babası belli çocuk kuralı ile birlikte evlilik de ortaya çıkmaya başladı. Böylelikle kadın cinsinin ilk yenilgisi olarak tarifleyebileceğimiz aile yapısı kuruldu. Ortaya çıkan monogami evlilik yapısının temel özellikleri; erkek egemenliğinin üzerine kurulması, soyun baba üzerinden oluşması, kadının boşanma hakkının olmaması, kadının erkeğin özel mülkiyeti konumuna indirilmesi, doğal bir eşleşme değil iktisadi bir araya gelme şeklinde olması vb. sıralayabiliriz. Monogami aile yapısı kadını toplumun her alanında ikincil planda kalmasında, bedeninin ve emeğinin sömürülmesinde bir araç olarak kullanılmıştır. Kadını köleleştirerek sömürmek isteyen erkekler ise insan özelliklerini kaybetmeye başlamışlardır.

Engels kadının toplumda baskılanması ve ikincil durumda kalmasını ‘tarihte ortaya çıkmış ilk sınıf karşıtlığı olarak’ tanımlamış, mülkiyeti elinde tutup giderek zenginleşen erkek cinsi ile emeği ve bedeni sömürülerek toplumdan soyutlanan kadın arasında ortaya çıkan çelişki ‘kadın erkek antagonizması’ olarak tanımlayan Engels, bu çelişkinin ortadan kalkması içinde onu yaratan toplumsal temellerin yıkılması gerekliliğini vurgulamıştır.

Varız, Varolacağız…

Ortaçağ döneminde ise kadın cinsinin değeri erkeğin yarısı kadardı. Kadınlar ailelerinden aldıkları mirası (erkeğe oranla çok az bir pay) ya da toplum içindeki adı olan çeyizi eşlerine devretmek zorundaydılar. Erkek egemen soyun devamını garantilemek açısından erkek çocuk doğurmak, ev ekonomisini idare edip, savaşa giden eşlerini destekleyip beklemek vb. şeklinde toplum içinde kadınların konumu sınırlandırılmıştı. Avrupa Feodalizminde ortaya çıkan Engizisyon mahkemeleri, toplum içinde saygı gören , doğa bilimleri uğraşan tüm kadınlar kilise yönetimi tarafından tehdit olarak görülüp , Hıristiyan mahkemelerinde yargılanarak, idam edilmişlerdir. Bu dönem Feodal Hıristiyan Kilise’si kadınları ‘CADI’ olarak yaftalayıp , toplumdan soyutlamak ve etkinlik alanlarını yok etmek istemiştir.

Tarih boyunca yaratan, üreten kadın erkek egemen tarafından sürekli baskı altında tutulmaya çalışıldı. Tarih kadınların bu baskılara rağmen başarıları ile dolu. Çünkü kadınlar erken egemenliğinin yaratmaya çalıştığı kadın prototipini kabul etmeyecek, zincirlerini koparacak, tüm baskıları yok etmeye yetecek öz güce sahipler. Fransız Devrimi ile ortaya çıkan özgürlük hareketinde ilk dikkat çeken kesim kadınlardır. Burjuvazinin feodaliteye karşı iktidar mücadelesinde burjuva kadınların etkindir. Fransız Devrimi ile ortaya çıkan demokratik sistemlerde oy kullanma ve vatandaşlık hakkı yalnızca erkeğe verilen ayrıcalıktı. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yayınlandığında kadınların bu bildirgede tanınması girişimi yanıtsız kaldı. Bu duruma karşı harekete geçen kadınlar Olympe de Gouges, 1791’de Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni yayınladılar.  Bildirgede kadınların da yurttaş olduğu ve erkeklerle eşit olduğu temel alındı. Kadınlar siyasette eşitlik talebi ile ayaklanarak Sufraj Hareketi’ni oluşturdular. Bu hareket on binlerce kadının çeşitli ülkelerde sokaklarda, meclislerde, üniversitelerde sürdürdükleri seçme ve seçilme hakkı mücadelesidir. Çeşitli militan eylemlerle taleplerini gündemleştiren kadınlar bir çok yerde kadınların kazanımları ile sonuçlandı.

İsyan Her Yerde

Kapitalizmin giderek büyümesi ile birlikte kadınların toplumda  ev içi emeğinden ziyade üreten pozisyona gelmiştir. Çünkü kapitalist sistemin ucuz iş gücüne ihtiyacı vardı ve kadınlar hem ucuz iş gücü hem de ev emekçisi olarak konumlandırılmaya çalışılmıştır. Proleter kadınlar bu duruma tepki olarak çeşitli eylemlilikler sergilemişlerdir. Bunlardan yön verici bir proleter kadın grevi olan New Yorklu tekstil işçisi kadınların grevidir. Bu grevden 50 yıl sonra direnişi anmak  için 8 Mart 1908 yılında New York’ta kadınlar greve başladı. Amaçları daha iyi çalışma koşullarına sahip olmak eşit işe eşit ücretti. Grevi bastırmak isteyen erkek egemen sistem fabrikada yangın çıkararak 129 kadının katletti. 1910 tarihinde Kopenhag’da yapılan uluslararası Kadınlar konferansında, Clara Zetkin; her yıl sosyalist kadınların bir kadınlar günü düzenlemelerini önerdi. Her yıl kitlesel olarak kadınların şiddete, erkek egemen sisteme karşı sokağa çıktığı bir gün haline geldi 8 Mart.

Trujillo Diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesini yükselten Mirabel Kız Kardeşlerin, diktatörlük tarafından katledilmelerinin ardından, Mirabeller tüm dünyada kadın özgürlük mücadelesinin kelebekleri oldular. 1981 yılında Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü ve Uluslararası Dayanışma günü olarak kabul edildi.

Kapitalizmin küreselleştiği günümüzde kadınlar erkek egemen sistem (devlet) tarafından en büyük tehdit olarak görülüyor. Kadın özgürlük mücadelesi ve örgütlü gücü karşısında kadınların özgürleştirdiği alanlara saldırı sürüyor. Fakat gücünü cins bilincinden tarihsel ezilmişliğinin farkındalığından alan kadınlar 8 Mart’ı tek bir güne hapsetmeyip her günü direniş ve mücadele günü ilan ediyor.