Tren Sallanırken – Mehmet Mutlu

ETHA'dan alınmıştır.

Ankara’dan kalkan tren sabaha karşı Sivas’ı geçti. Gün yavaş yavaş ağarırken vagonlar dağlar arasında yol alıyor. Tekli koltukların olduğu tarafta, iki sıra önümde oturan erkek yolcu, trenin sarsılmasıyla birlikte sıçrayarak uyandı ve öfkeyle “Hep bu ODTÜ’lüler… hep bu ODTÜ’lüler karıştırıyor ortalığı” dedikten sonra tekrar uyku pozisyonuna geçti. Abarttığım ya da karikatürize ettiğim düşünülmesin, tam olarak böyle oldu.

Birkaç sene önce tanık olduğum bu absürt olayı, üniversite öğrencileri ya da akademisyenlerin hedef gösterildiği zamanlarda -dolayısıyla sıklıkla- hatırlar ve anlatırım. Dahası, bu olayın sadece milliyetçi-muhafazakar tabanın geleneksel üniversite korkusunu değil, sağ siyasetin -özellikle AKP’nin- söylemini oluşturan semboller ile bu sembollerin hitap ettiği kalabalıklarda oluşturduğu ve pekiştirdiği duyguları oldukça iyi örneklediğini düşünürüm.

Tren sarsıntısıyla uyanan insan neden bir üniversitenin öğrencileri ve hocalarına söver?

Kestirmeden yanıtlarsak; onu uykusundan uyandıran gerçek nedeni sorgulamaksızın, daima varoluşuna yönelen bir tehdit algısı ve düşman arayışıyla belirlenen tepkisel bir ruh haliyle hareket etmektedir.

Bu ruh hali ve davranış biçimi sadece hakim söyleme tabi olanlar için değil, bizzat bu söylemi üreten iktidar için de geçerlidir. İktidar, kriz anlarında -aynı mecazı sürdürürsek tren her sarsıldığında- korku nesnelerine yönelir ve/ya onları hedef gösterir.

Korku nesnelerine yönelerek tedbir almak iktidar için hem gerçek bir zorunluluktur hem de tabanını pekiştirmek ve yönlendirebilmek için oldukça işlevseldir.

Saray rejiminin tren her sallandığında, daha doğrusu yapısal olarak sallantılı bir trende ilerlerken, sistematik olarak Gezi’yi ve akademiyi hedef alması ile buna genellikle komplocu dış güçler söylemini iliştirmesi bu bağlamda düşünülebilir.

Taksim Dayanışması üyelerinin aradan geçen 5 yılın ardından ifadeye çağrılması, bazı sivil toplum kuruluşu yöneticileri ile akademisyenlerin “Osman Kavala ile hiyerarşik bir düzen içinde hareket etmek” ve “Gezi Parkı olaylarını Türkiye geneline yaymak” iddiasıyla gözaltına alınması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Selahattin Demirtaş’ın tutukluğununa son verilmesi kararı ile Kavala’nın tutukluğuna yönelik uluslararası tepkilerin ardından saray matbuatının beylik “dış mihrak” söylemine sarılması buna iyi birer örnek oluşturuyor.

Yukarıda da söylendiği gibi, iktidarın Gezi’yi ve akademiyi/akademisyenleri hedef göstermesi kendisi açısından öncelikle gerçek bir zorunluluk çünkü AKP hegemonyasına düşülen en güçlü şerhler bu kelimelerle kodlanabilir.

Gezi Direnişi, AKP’li yılların en keskin dönüm/kırılma noktası ve saray rejimini hala uykularından uyandıran gerçek bir sarsıntıydı.

Saray, Gezi sonrası her sarsıntıda “ikinci Gezi” korkusunu yaşadı ve bunu dile getirdi: Örneğin, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, “eylemlerinin Gezi eylemine benzeyebileceği” (aynı zamanda Tekel Direnişi’ne) iddiasıyla tutuklandı ya da  3. havalimanı işçilerinin eyleminin “ikinci Gezi”ye dönüşebileğini korkusu dile getirildi. “İkinci Gezi” korkusunun paranoid belirtilerine dahi tanık olduk: Popüler televizyon dizisi La Casa Del Papel’in Türkiye için çekilen tanıtım videosu “2. Gezi’nin işaret fişeği” olarak görüldü.

Gezi gibi, sağın geleneksel fobilerinden biri olan akademi (öğrenci hareketlerini de dahil ederek) ve akademisyenler de saray rejiminin gerçek korkularından biri olageldi. Gezi’nin öngünlerinde gerçekleşen ODTÜ Ayakta eylemleri, Barış için Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi ve KHK’yle ihraç edilen muhalif akademisyenlerin Mülkiye koridorlarından memlekete yayılan “Hayır Gitmiyoruz” sloganı, saray rejimini silkeleyen anlardı.

Dolayısıyla, saray rejiminin kendisinde bu korkuyu yaratanlara hem intikam duygusuyla hem de zaten sallanan trenin raydan çıkmasına sebep olabilecek bir toplumsal tepkinin yeniden örgütlenmesini engellemek için yöneldiği söylenebilir.

Saray rejiminin kendisi için korku, ezilenlen için umut olan sembollere yönelmesinin intikamcı saiklerinin yanı sıra işlevsel yanları da var. Bunlardan ilki, iktidarın söylemine tabi olan kalabalıkların anlam dünyalarını korku sembolleriyle  biçimlendirerek onları mobilize etmek. Bu nokta kendi başına ayrı bir yazının konusu olabilir.

Osman Kavala’nın Gezi’nin “finansörü” ve “örgütleyicisi” olma ya da dış güçlerin desteğiyle “renkli devrim” yapmaya kalkışmak gibi ithamlarla hedef gösterilmesinde ise yukarıda bahsedilenlerin yanı sıra daha özel bir işlev ve anlam beliriyor: Bilindiği gibi saray rejimi, muhafazakar-liberal bloğun işbirliğiyle inşa edilmişti ancak özellikle Gezi Direnişi sonrasında hızla aslına rücu ederek yoluna otoriter karakterine uygun ittifaklar kurarak devam etti. Sarayın ve ona yedeklenen ulusalcıların korkuları Gezi kavşağında kesişiyor. Bu yüzden demokrasi cephesini Demirtaş, Kavala ya da Taksim Dayanışması şahsında intikamcı duygularla hedef alıyorlar. (Burada Gezi Direnişi’ni onun politik muhtevası ve çeşitliliğini asla temsil edemeyecek birkaç kişi, kurum ve fikirlerle -bu örnekte Kavala şahsında Açık Toplumculukla- çerçevelemenin abesliğinden bahsetmeye gerek yok sanırım.)

Kısacası, tıpkı sarsılan trende uyanan adamın, saray rejimine karşı direnişin sembollerinden biri olan üniversitenin adını sayıklaması gibi sıkça gördüğü Gezi kabusundan bu sefer kriz koşullarında uyanan saray rejimi de demokrasi cephesinin kişi ve kurumlarını hedef alıyor.

Şunlardan eminiz; tren sarsılıyor ve ezilenlerin birleşik sokak siyaseti, sarayın uykularını kaçırmaya devam ediyor.