Sermaye Düzeninin ve Devletin Taşeronu: Ülkü Ocakları – Orhan Çelik

Burjuva devlet, sınıf ve sokak hareketinin yükselişe geçtiği her dönemde statükonun devamını sağlamak ve düzeni ayakta tutmak için çeşitli baskı unsurlarıyla saldırılarda bulunmuştur. Bunlar asker, polis, bekçi, koruyucu olurken aynı zamanda dernekler ve STK’lar üzerinden karşı-devrimci saldırılar gerçekleştirmiştir. Bu iki kanadın anlatımını basitleştirmek için şematik olarak ayırmış olsak da en organik ve sıkı ilişkilerin burada olduğunu, bunların birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini unutmamamız gerekiyor. Faşizme karşı mücadele diyorsak bu yalnızca üniversitelerdeki sivil faşistlere karşı mücadeleyle sınırlı kalmamalı, daha programlı ve geniş çaplı bir şekilde faşist devletin tüm aygıtlarıyla mücadeleye uzanmalıdır.

Sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği, gençliğin düzene başkaldırdığı, kitle hareketlerinin canlandığı 60’lı yılların sonuna geldiğimizde gençlik mücadelesi; mücadelenin karşısında dernek ve STK görünümünde örgütlenen aşırı şoven faşist oluşumlar yer alıyordu.

Öncesine kadar “komünizmle mücadele dernekleri” ve “Milli Türk Talebe Birlikleri” gibi örgütlerde çalışma yürütüp çoğunlukla oradan ayrılanların oluşturduğu, Türkçü ideoloji ismi altında Nazizm övgüsü ve özentiliği yapan bu gruplardan biri Ülkü Ocakları olmuştur.

Ülkü Ocakları ismini alan bu faşist oluşumun temel amacı sokaklarda yankılanan devrim, sosyalizm ve özgürlük taleplerinin önünü kesmek, statükoya zarar gelmesini engellemek olmuştur. Bu sivil faşist örgüt; yaşamı sistemin istediği şekilde tutmak, devrimci mücadeleyi sekteye uğratmak, sokakları sallamaya başlayan kitle hareketlerinin iradesini hızlı bir şekilde kırmak için kurulduğu ilk günlerden itibaren alçak saldırılara girişmiştir. Bu faşist yapılanmanın geçmişini biraz inceleyecek olursak; Beyazıt Katliamından Bahçelievler Katliamına birçok devrimci demokrat üniversitelinin öldürülmesinden, Maraş, Tokat, Malatya gibi şehirlerde Alevi ve Kürt köylerine yönelik köy baskınları ile binlerce insanın katledilmesi ve evlerinin yakılmasına yönelik faşist saldırılarla doludur. Örgütün faaliyet tarzı ve yararlandığı imkanlar açık bir şekilde sermaye düzeninin ve faşist devletin bir taşeronu olarak görev sürdürdüğünü göstermektedir.

Sermayeden aldıkları talimatlar doğrultusunda sınıf mücadelesi veren ve grev yapan işçilere yönelik saldırıları gerçekleştirmeleri iktisadi olarak yaslandıkları ve destek aldıkları yeri gösterirken, Beyazıt Katliamı ve Bahçelievler Katliamını direkt organize eden Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi isimlerin sadece ifadelerinin alınıp serbest bırakılması devletin bu yapıya hukuksal anlamda da ne kadar yardımcı olduğunun bir göstergesi olmuştur. Ayrıca Türkmen Dağlarında eğitilen faşistlerin komando kamplarından sokaklara çatışmaya gönderilmeleri de devletin askeri ve silahlı anlamda verdiği desteği göstermektedir.

Ellerinde binlerce işçinin, emekçinin, devrimcinin kanı olan bu örgüt aynı zamanda emekçi mahallelerde türlü çeteleşmeler oluşturmuştur. Uyuşturucu ve silah ticareti yaparak mahallelerdeki gençleri sistemin istediği yönde şekillendirip kendi içlerine katmaktadırlar. Bu şekilde yoksul halk gençliğinin de sisteme karşı öfkesini uyuşturmakta ve kendileri gibi birer çeteci yetiştirmek istemektedirler. Etrafında ne olup bittiğini sorgulamayan, yalnızca uyuşturucu için yaşayan bu gençler devrimcilerin seneler önce kazandığı emekçi semtler için günden güne büyük bir tehlike oluşturmakta ve buraları birer suç mahalline çevirmektedir. Devrimci hegemonyanın gelişmesi gereken emekçi mahalleler bu şekilde faşist rejimin ideolojisinin ve ahlakının boy gösterdiği yerler haline getirilmektedir. Gençlik mücadelesinin emekçi semtleri bu faşist yapılara bırakmaması bu sebeple büyük önem taşımaktadır.

Geçtiğimiz günlerde kontrgerillanın iç çatışması olarak gündeme gelen olayda eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’i infaz edenlerin bağlı olduğu çetenin üyelerinden Doğukan Çep daha önce Maltepe/Gülsuyu’nda çeteleşme faaliyeti sürdürmüş ve bunun karşısında duran devrimcilerden Suruç Katliamında ölümsüzleşen Cebrail Günebakan’ı, Rojava’da ölümsüzleşen Sinan Sağır’ı ve Rakka’da ölümsüzleşen Ayşe Deniz Karacagil’i silahla yaralamış, Hasan Ferit Gedik’i ise katledip yine devlet tarafından serbest bırakılmıştır. Sinan Ateş cinayetinde tetikçilerin Ankara’da özel harekat polisleri tarafından karşılanması gibi ortaya çıkan bilgiler bizlere devletin bu kirli yapıyla ilişkilerini göstermektedir.

Mahallelerde ve okullarda ataerkil düzenin sürekliliğini sağlayan bu faşist yapının tarihi kadınlara karşı işledikleri suçlarla doludur. Daha birkaç gün önce eski sevgilisini bıçaklayan failin Ankara Üniversitesi Ülkü Ocakları üyesi olması veya İstanbul Üniversitesinde kadınlara tecavüz tehditlerinde bulunanların Ülkü Ocakları üyesi olması tesadüf değildir. Kendilerini “ahlaka saygılı gençler” olarak tanıtan bu faşistlerin saygı duyduğu ahlak devlet ahlakıdır. İpek Er’e tecavüz eden Musa Orhan, Aleyna Çakır’ı katleden Ümitcan Uygun, çocuğu cinsel istismara maruz bırakan Alpay Çömez gibi örnekler bu kadın düşmanlarının yalnızca birkaç suçudur. Üstelik halklara karşı suç işleyen çoğu faşistin olduğu gibi bu faillerin de hemen her birinin başta Süleyman Soylu olmak üzere birçok bakan ve milletvekili ile fotoğraflarının olması bizlere aldıkları gücün nereden geldiğini ve yaslandıkları ideolojik zemini göstermektedir. 2022’de yapılan ve Büyük Aile Buluşması adı verilen LGBTİ+ karşıtı homofobik, gerici, faşist gösteride en önde bayrak açan da, okullarda LGBTİ+’ların etkinliklerine saldıranlar da bu yapının üyeleridir.

Son birkaç aylık siyasi tablonun ve tarihsel deneyimlerin gösterdikleri üzerinden yapılacak bir genel çıkarım; seçim dönemine yaklaştıkça sömürgeci faşist devletin ve onun silah, askeri eğitim ve türlü teçhizatlarla donattığı sivil faşist yapıların saldırılarının artacağı yönündedir. Bu saldırılara karşı faşizme karşı birleşik mücadeleyi yükseltmemiz ve fiili meşru direniş pratiklerini canlandırmaya ihtiyacımız vardır.