Sefer Vakti: Gitmek Filminin Hikayesi – M.Emin Büyükçoşkun

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Zaten eskisi gibi olmamak için çıkmıştık bu yola”

Çağla Seven, doktor, Suruç gazisi

Dört yıl önce Eylül vakitleri. Mehmet Can Mertoğlu’nun Albüm filminin son hazırlıklarındayız. Sete gireceğiz. Bir gün telefon çaldı, Ozan (Horoz) arıyor, Sedat (Şenoğlu) hocayla bir mesele istişare etmek istiyorlar. Ajansa (ETHA) gittim, oturduk, Suruç’la ilgili bir şeyler yapmak gereğinden bahsettiler. Bir şeyler yapmanın gerekliliği aşikar tabii, ama nasılı mesele idi. Ben ilk etapta, geniş bir sözlü tarih projesini hayata geçirmeyi, farklı amaçlarla kullanılabilecek bir görsel hafıza arşivi oluşturmayı önerdim, düzgün bir DSLR, bir yaka mikrofonu ile ulaşılabilecek herkesle mülakatlar kayda almak; aileler, komşular, sevgililer, yoldaşlar, sağ kurtulanlar. Sonrasına bakılır. Biz sete girdik. Antalya, Kayseri, Malatya. Sonra ben Mardin’e geçtim ve yüksek lisansa başladım. Seçimden sonraydı, Arzu aradı, Kızıltepe’de Murat Yurtgül ve Emrullah Akhamur’un ailelerinden başlayacaklardı. Bir gün okuldan çıktım, Kızıltepe minibüsüne bindim ve kendimi bu maceranın içinde buluverdim.

Kahramanın yokluğunda bir hikaye nasıl anlatılabilir? 33 başrolünün 33’ünün da hayatta olmadığı bir film nasıl hayata geçebilir? Her biri farklı geçmişlere, dillere, aidiyetlere sahip 33 farklı insanın hikayesi bir saate sığabilir mi? Üstelik tüm bunlar kampanyanın çağırıcılığını yapan SGDF’nin politik mirasına haksızlık, iştirak edenlerin ise çok çeşitli politik kimliklerine hürmetsizlik etmeden, demokratik bir denge içerisinde nasıl anlatılabilir? Gitmek’in macerası bu gibi soruları akılda tutarak, bu yolculuğu sinematografik bir bütünlük içerisinde, izlenebilir bir ritimde perdeye aktarma ve seyredende bir yolculuğa eşlik hissiyatı yaratma, seyircisini bir yolculuğa davet etme fikriyatı etrafında şekillendi.

Ele aldığı konu itibariyle, politik sinema pratiklerinden beklendiği şekliyle epik bir kahramanlık anlatısı bekleyenler olabilir. Fakat Gitmek, Suphi Nejat’ın bize vasiyet ettiği gibi “sıradan emekçi insanların hayatını büyüleyerek, sıradan kahramanlar çıkaracak” bir anlatının peşinden gittik. Onların adımladığı sokaklarda, gördüğünüz odalarda, oturdukları çekyatlarda bize hiç yabancı değil. Börek yapan, saçını boyayan, akbili biten sıradan hikayelerinde herkesin kendisinden bir şeyler bulaşabileceği, ulaşılabilir öznelerdi resmetmeye çalıştığımız. Hareket geçmenin, kalkıp gitmenin, ancak özel insanların cüret edebileceği sıra dışı bir eylem değil, tercih eden hemen herkesin girişebileceği sıradan bir macera olabileceği hissiyatı etrafında seyrettik.

Suruç Katliamı ne kadar şok edici olursa olsun, bu şiddeti üretenlerin amacını karşılıksız bırakmak, görüntüleri aracılığıyla yaşanan dehşeti yeniden üretmek, en başından beri kaçındığımız şeylerden birisi oldu. Dolayısıyla film, yaşanan acıların büyüklüğüne yaslanan bir trajediyi görselleştirmeyi tercih etmiyor. Her ne kadar kaybın yasını tutmak, önemli bir hak ve insani bir ihtiyaç olsa da, filmin temel meselesi, katliamın dehşetiyle örtülen bir hakikati tekrardan perdeye çağırmak, başlangıç noktasına, yola çıktığımız ana geri dönmekti. Yolcuların bir amacı vardı ve başlarına ne gelirse gelsin, menzil orada, apaçık ortada ve seferber olanları çağırmaktaydı hala.

Gitmek’i bir yasın ve kaybın trajedisine değil, yola düşmenin coşkusu ve yolda olmanın  heyecanıyla örmeye çalıştık. Yaptığımız mülakatlardan, dinlediğimiz tanıklıklardan, işittiğimiz hatıralardan, parçası olduğumuz şahitliklerden derlediğimiz, bir yol filmi çerçevesi içerisinde şekillendi, form buldu. Otobüsün penceresinden giderken, manzaraya dalarak gördüğümüz yarı uyur, yarı uyanık bir gündüz düşü gibi olsun istedik. Anlatı olarak bir yol filmini benimsememizin bir diğer sebebi ise bizatihi filmi çektiğimiz koşullar ile doğrudan alakalı. Bir nevi prodüksiyonel mecburiyetlerini getirdiği bir durum.

Filmin çekimleri büyük oranda Kürdistan’daki sokağa çıkma yasakları ve Türkiye’nin en uzun sonbaharı olan 2015’te ve müteakiben darbe mekaniğinin işlediği 2016 sürecinde gerçekleşti. Seyredenlerin de dikkat edeceği gibi mülakatların ekserisi kapalı alanlarda gerçekleşti. Zira sokağa çıkma yasakları ve sonrasında OHAL bunu mümkün kılmıyordu. Böyle bir düzlemde, bir an evvel mümkün olan en geniş tanıklık arşivini biriktirme aciliyetiyle hareket ederken, filmin görsel yapısını oluşturabilecek çok az imaj biriktirebildik. Çektiklerimiz ise çoğu zaman, kahramanlarımızın sanki henüz oradalarmış gibi hayaletlerinin asılı durduğu, odaları, evleri, okulları, mahalleleri, oturdukları banklar, arşınladıkları sokaklar, seyrettikleri manzaralar oldu. 

60’lı yıllarda “Nam-ı Diğer Seri Katil” gibi pek çok önemli filme imza attıktan sonra Japon Kızıl Ordusu’na katılan ve 28 yıl boyunca Lübnan’daki FKÖ kamplarında faaliyet yürüten Masao Adachi “manzara teorisi”nin de fikir babalığını yapar. Ona göre güç rejimleri insanları değil mekanları resmederek açığa çıkarılabilir. “Kızıl Ordu/ FHKC Savaş İlanı” filminde de bu tekniği takip ederek, yok olup giden şehitlerin hayaletlerinin onların yaşadığı ve döğüştüğü mekanlarda izini sürer. Yıllar sonra Lübnan’daki arşivi bir İsrail hava saldırısında yok olur ve Japonya’ya sınır dışı edilir. Çekemediği bir başka filmi ise Fransız sinemacı Eric Baudelaire aynı metodolojiyi takip ederek hayata geçirir. 

Gitmek’te sadece şahitleri göstermek yerine, onları mekanların, manzaraların içerisinde birer ruh gibi süper empoze (üst üste bindirme) etmemizin ilham kaynaklarından biri de Adachi’nin manzara teorisi oldu. Biraz da yolculuğa çıkan birinin otobüsün camında, uyur uyanık dalıp gidişini, bir tür gündüz düşünün hissiyatını nasıl yansıtabileceğimizi düşündük. Bu yolculuğu çekmek ise ancak üç yıl sonra, geçtiğimiz yıl 24 Haziran seçimleri esnasında kalkan OHAL ve görece rahatlayan politik atmosferde, kamerayı sokağa çıkarabildiğimizde mümkün oldu. Türkiye’nin Batı’sından Doğu’suna, onların ayak izlerini takip ederek aynı rotayı adeta haccedip Suruç’a vardığımda ise daha birkaç gün önce AKP’li vekil Halil İbrahim Yıldız’ın yakınları, HDP’li Şenyaşar ailesini katletmiş, ilçede gene bir olağanüstü hal durumu hakimdi. Yıllardır çekmeyi beklediğim olay yerine, Suruç Belediyesi kayyumca gasp edildikten sonra ise SODES merkezi yapılan eski Amara Kültür Merkezi’ne girdiğimde çekim için sadece yarım saatim vardı. Makus talih bir türlü yakamızı bırakmıyordu.

Filmin kurgusunun ortaya çıkmasında Ezgi Aydın, Emre Altan ve Leyla Postalcıoğlu’nun yanı sıra, araştırmaları yürüten ve mülakatları organize eden sevgili yürütücü yapımcımız, gazeteci Arzu Demir’in çok büyük emeği var. Gazetecilik faaliyetlerinden dolayı aldığı cezalarla boğuşurken, bir yandan da bütün mülakatları yazıya döktü ve Ceylan Yayınları tarafından basılan Kobane’ye Gitmek kitabı ortaya çıktı. Böylece ben de uzun yıllardır birlikte çalıştığım Semih Gülen’le akıcı ve bütünlüklü bir kurgu dili üzerinde çalışma fırsatı buldum. Türkiye’den ayrıldıktan sonra Güneybatı Almanya’nın bir ucunda, uzun kış geceleri ve boğucu yaz sıcakları boyunca, ufacık bir odada gece gündüz onların hikayeleriyle yattım, hatıralarıyla uyandım, birlikte düş gördüm.

On beş yıldır onlarca film setinde bulunmuş, pek çok projenin sorumluluğunu omuzlamış birisi olarak Gitmek benim için hayatımın en zor yolculuğuydu. Çekimde ve kurguda, günler ve geceler boyunca ben de onlarla birlikte yol alıp durdum. Bence, bana kalırsa, hala anlatılamayacak olanın, dile gelmesi, söz veya resimle aktarılması nâmümkün bir hikayenin perdede akması, karanlıkta kıpırdaması için elimden ne geldiyse onu yapmaya çalıştım. Bu gelenekten, bu tarihten gelmiyordum, fakat yol beni buraya getirdi, bir parçası oldum.  Eğer benim gibi seyredenler de bu yolculuğa çıkma coşkusunu, duygusunu, cesaretini ya da korkusunu kendilerinde bir parça bulabilirlerse bu filmin maksadı hasıl olmuş demektir. Gayret bizden tevfik Allah’tandır. İlkemiz ise her daim aynı; “zaferle değil seferle mükellefiz”