Kasım’ın çağrısı – B. Tufan Karayazı

İşte yine Kasım’dayız. Düşlediğimiz, anımsadığımız, sorguladığımız ve sınandığımız zamanlarda. İşçi sınıfı ve ezilenlerin kurtuluşu için mücadele ederken ölümsüzleşen komünistleri andığımız, sözlerimizi yinelediğimiz ve daha ileri düzeyde devrimcilik örgütlemeye göz diktiğimiz günlerde. Ve ne büyük onur ki, onları düşünürken kalbimiz yine gümbür gümbür çarpmakta.

“Feda bölüğü” olarak yürüyüşünü sürdüren komünist öncünün 28 yıllık tarihinin en büyük yaratıcıları, yapıcılarıdır onlar. Birbirinden farklı nitelik ve yeteneklerin, kıskanılası yaşam ve eylemleriyle yarattığı ölümsüzler taburumuz. Onlar vazgeçilmez değerlerimiz, rehberimiz, iddiamız ve irademizdir.

Söylenebilecek en güzel söz, yazılacak en güzel şiir, çizilebilecek en güzel resim, dillendirilecek en güzel şarkı… En iyisine layıktır her biri. Hiçbir söz yetmez gelir bazı zamanlarda onları anlatmaya. Mezar başında susar sesimiz, ölümsüzlerimizin silüeti perdeler gözlerimizi, yumruklar bir başka sıkılır ve düşünür dururuz onları. Ve işte orada sorarız kendimize, Kasım bize ne söylüyor?

ÖLÜMSÜZLERİMİZİN TALİMATI
Buluşalım şimdi onlarla ve düşünelim şimdi biraz. Maltepe’de bir üst geçitte pankart nöbetinde bayraklaşan, “Birlik Devrimi”nin ilk şehidi olma onuruna erişen Erdal Balcı’dan neyi, ne kadar öğrendik? Öğrenmek için ne kadar çabaladık? O’nun partiyi “mayalayan” eyleminden hangi sonuçlar çıkardık? Ölüm orucu direnişinde şehit düşen Hüseyin Demircioğlu’nun “ilk ben olmalıyım” söz ve pratiğinden ne anladık? Bu düsturu, siyasi faaliyetimizin, ideolojik gelişimimizin ve günlük yaşamımızın kılavuzu haline getirdik mi? Anladığımızı eyledik mi? Bu soruların cevabını arama ve yanıtlama zamanıdır işte Kasım. Adeta bir aynadır ve dönüp dönüp kendimize bakmamızı emreder.

Küba’yı düşünelim mesela, o büyük devrimciyi. Che Guevara’nın “devrimden başka bir hayat yoktur” dediği, düzeniçi yaşamın tüm kirlerinden ve burjuva alışkanlıklardan arınma, devrimcilikte berraklaşma çağrısı değil midir? Veya “Bizi övüp de arkamızdan utandırmayın” diyen Mehmet Fatih Öktülmüş’ün bağlılık ve zafere kitlenme çağrısı anlaşılmaz mıdır? Yarattıkları mücadele deneyim ve birikimine sahip çıkma ve bayrağı daha yükseklere taşıma daveti değil midir bizden istediği? Rojava Devriminin savunulmasında ayağını kaybeden ve yakın zamanda Ümit yoldaşla birlikte ölümsüzleşen Şenol yoldaşı kamçılayan, Kutsiye yoldaşın yaşamından öğrendikleri değil midir ya da? Hangi koşul ve zamanda olursa olsun devrimi yaşatmak, devrimciliği yeniden ve yeniden üretmek değil midir gördüğümüz?

Faşizme ve erkek egemenliğine karşı siyasi, ideolojik, örgütsel ve politik askeri mücadelede ayırt edici bir nitelik olarak parlayan komünist kadın önderlerden Yeliz Erbay yoldaşın çağrısına kulak veriyor ve O’nun bu düzeyini ölçümüz haline getirebiliyor muyuz? Erkek egemenliğini yenilgiye uğratmak için sorumluluk alıyor muyuz? Kendimizi dilde, kültürde, bilinç ve üslupta, kadın özgürlük mücadelesinin ışığı ve kadın devrimi çizgisinde örgütlemeyi başlıca ve ertelenemez görevlerimizden biri olarak görüyor muyuz?

Yeliz ve Şirin’le başlayıp Ozan ve Fırat’la devam eden teslim olmama eylemini, irademizi çelikleştirecek bir talimat olarak görebiliyor muyuz? Kızıldere’den Sabahat Karataşlara, Mine Bademcilerden Orhan Yılmazkayalara, Şirinlerden Ozanlara… Ölümsüzleşmelerinin arasından onlarca yıl geçmiş ve koşullar değişmiş olmasına rağmen, bu ölümsüz savaşçılar arasındaki tarihsel bağ ve yarattıkları mücadele geleneğini görüyor, sahipleniyor ve bugüne görevler çıkarabiliyor muyuz? Bunu kendinde özsel bir kuvvete dönüştürmek için ne kadar emek harcıyoruz?

Karlı bir Şubat gününü ve Rojava burçlarını düşünelim… Partisinin uzattığı eli sıkı sıkıya tutarak kendini yeniden yaratan Yasemin’in ve öncünün bayrağını onurla dalgalandıran Serkan’ın pratiği yetmez mi önümüzü görmeye? Kürdistan’dan Karadeniz’e uzanan dağları-yolları düşünelim biraz. Özgürlük ve sosyalizm yolunda rejimin tasfiyeci saldırıları karşısında “çizgiyi savunma” çağrısı yapan Sinan ve Koray’ın sözü yeterince berrak değil midir? İhanete ve düşkünlüğe şimşek gibi çakan bir tokat değil midir Ulaş Alankuş’un cüreti?

Her bir yoldaşın ömründen, sözünden ve eyleminden öğrenmek hepimizin bildiği ve dilden düşürmediği(!) bir doğrudur. Ancak mesele bu doğruyu hayatla buluşturabilmek, kendinde ve yoldaşlarında gerçek kılabilmektir. Güzel olan ne varsa, onunla ve öyle anmalıyız ölümsüzlerimizi, doğru. Ancak onları anmanın en özel tarifi ve gereği, onlar gibi olmak ve onları aşacak bir düzeyi geliştirebilmektir, eylemektir. İlk bakışta zordur. Emek ve irade ister. Kendini aşmayı, yıkmayı ve yenmeyi gerektirir. Ancak kendisiyle savaşırsa devrimci, ilk bakışta “zor” olan bu niteliği kolaylıkla kendinde örgütler. Yeter ki isteyelim ve düşlerimizin/hedeflerimizin peşine düşelim.

“Onlar gibi yaşayacak ve onlara layık olacağız” diyen devrimciler, verdikleri sözün pratiğiyle yaşamalıdır. Tutarlı olmalıdır. “Yapamıyorum, olmuyor” demek olmaz, kabul edilemez. “Demek ki benden olmuyor” demek işin kolayına kaçmaktır, mücadele etmekten imtina eden bir konformizmdir. Daha başlamadan, denemeden, adım atmandan pes etmektir! Ölümsüzlerimiz başarabilmenin, ömrünü tereddüt etmeden işçi sınıfı ve ezilen halkların özgürlüğüne adamanın, geriye düşülen zamanlarda yeniden ve daha ileri düzeyde kendini yaratmanın en berrak örneğidir. İşte bu yüzden, her bir komünist, attığı her adımı ölümsüzlerimizin denetleyen bakışlarının süzgecinden geçirmeli ve muhasebe yapmalıdır. Soru nettir: Dönemin ve partinin ihtiyaçlarına cevap olacak mıyım, olmayacak mıyım? Bunun gereklerini yerine getirecek miyim, getirmeyecek miyim?

İnsan zayıflayabilir, hata yapabilir, soluğu tükenebilir, inancı sarsılabilir. Hepsi mümkün. Şehitlerimizin hayatlarında da vardır benzer pratikler. Ancak hepsi kendinden önce ölümsüzleşen yoldaşlarının ve omzunu yasladığı yoldaşlarının yaşamlarından görerek, öğrenerek ve kendiyle amansız kavgalara tutuşarak gelişim göstermiş ve parti/devrim şehidi olma onuruna erişmişlerdir. Karamsarlığa kapıldıkları her an, devrime olan inançlarından, parti ve yoldaşları başta olmak üzere işçi sınıfı ve ezilenlerin gücüne duyduğu güvenden ve ölümsüzlerinden güç almışlardır. Yıkmanın, aşmanın ve bedel çıtasını yükseltmenin örnek birikimi olan ölümsüzlerimizin erişilmez olmayan hayatlarını incelemeli, onların deneyimlerini/pratiklerini rehber edinmeli ve tutarlı bir devrimcilik örgütlemeliyiz. “Bayrak taşıyıcısı” olma iddiasıyla yürüyenler, elbette bu tarihsel sorumluluğun hakkını vermelidir. Soru basittir: “Gözünüz arkadan kalmasın yoldaşlar!” diye verdiğimiz sözlere bağlı kalıp yaşamımızı devrim için ve devrimci tarzda örgütleyecek miyiz, örgütlemeyecek miyiz? Düşünüp sonuç üreteceğimiz nokta burasıdır. Bütün soru ve sorunlarımızın yanıtları Kasım’da verilidir. Selam olsun tarihimizin yaratıcılarına.

*Etkin Haber Ajansı (ETHA)’dan alınmıştır. (1)

1)http://etha49.com/haberdetay/b-tufan-karayazi-yazdi-kasimin-cagrisi-169763