Kalan’dan Gidenlere – Cansu Yumuşak

Çalıkuşu’nu okudun mu?

Ben okudum. Henüz baya küçüktüm ilk okuduğumda. Daha sonra tekrar, tekrar, tekrar okudum. Aynı sayfalarda gözyaşımın izleri vardı. Onları takip ettim okurken. Her seferinde aşkın, acının, isyanın, öfkenin, kaçmak ve unutmak duygularının imkansızlığının tadına vardım. Okumamış olabilirsin elbet, bir ihtimal. Anlatayım biraz. Kimsesiz bir kız, teyzeleri büyütmüş. Okutmuşlar. Zehir gibi olmuş. Kendine bile itiraf edemediği bir şekilde tutkunca âşık olmuş bir adama. Adam da ona hayran. Tam evlenecekler – derken bir gün, kara peçeli bir kadın geliyor kapısına Çalıkuşu’nun, ona aşkının ihanetini anlatıyor. Çalıkuşu duramıyor, içine sığamıyor. Kaçıyor – kaçıp kendini önce çocukluğuna, sonra başkalarının çocuklarına vuruyor. Aşkını, özlemini, mutluluğunu ve kalp kırıklığını hiç unutmuyor, aştığı yollar boyunca, baktığı insanlarda, hep biraz da kendi suretini buluyor. Geçmişinin, kırık kalbinin ve yarım kalan özlemlerinin silik ama derin suretini.

Dedim ya, okudum diye sana. Küçüktüm diye. İşte, ben, bir de yaşadım Çalıkuşu’nu. Ömrümün çarkının döndüğü günde, ölüp yeniden doğduğum, kendimden koptuğum, kendimi bulduğum o günde. Yirmi Temmuz İki Bin On Beş. Bu yazıyı yazmamdan üç yıl önce, yedi gün sonra. Bir pazartesi günü. Bugün Cuma. İçimde bir telaş vardı, çokça gurur. “Yaşadığıma değiyor galiba bu hayat” diye düşünüyordum. “Ben işe yarıyorum, çok güzel şeyler yapacağım, biliyorum” diyordum. Elimde harika bir fotoğraf makinesi vardı – neredeyse belleğim olmuştu o makine. Nikon FM2. Analog. Onlarca film vardı elimde. Çocuklar şimdiden yansıyorlar sanki objektife – diye seviniyordum düşledikçe.

Analog fotoğraf makineleri şöyle çalışıyor: İçindeki film, bir anlığına önündeki perdenin açılmasıyla, gözden gelen ışığa maruz kalıyor – ve ışık neyi yansıtıyorsa, onu kazıyor içine. Sonra tamamen yanmasın diye kapanıyor perde. Makinem kaldı ama, o gün de bana kazındı, kapanmadı da hala perde.

O gün, makinemi emin bir şekilde, bahçedeki bir ağacın dibine koymuştum. Konuşuyordum insanlarla. Bakışıyor gülüşüyordum. Aydan Ezgi’ye “trip atmıştım” – aynı ekipte çalışıyorduk o sıra, pek anlaşamıyorduk. “Görüşeceğiz bakalım, Kobane’de konuşuruz uzun uzun” demiştim. Keke’ye dargındım, uzaktan, soluk bir selam vermiştim. O da biliyordu kırgınlığımı, çekingen çekingen almıştı selamımı. Çevremde hep kadınlar vardı, biz bir kadın devrimine gidiyorduk. Çocukların umutlarını, kadınların direngen yoldaşlıklarını güçlendirecektik. Oyuncakları tek tek, tek tek paketlemiştik çünkü. Elbiseleri kadınlarla ayırıp katlamıştık. Bebek bezleri, kadın pedleri… her şeyi düşünmüştük! Her şeyi! Bütün kadınlarla tanışmak istiyordum. Yabancı kadınlarla konuşuyordum – dünyanın birçok yerinden gelmişlerdi, umudu gözlemek istiyorlardı. Gezi’nin çocuklarıydık biz. Kobane’nin çocuklarına gidiyorduk.

Basın açıklaması başladı, yanımda Tuğçe ve Irmak vardı – en çok onları hatırlıyorum. Son anda koşarak gelmiştim açıklamaya, Sitem diye bir kadınla tanışmıştım, onunla bahçenin arkasında, sabah kahvaltımız olan karpuz-peynirden artan peynirlerle ufak bir kedi yavrusunu besliyor, onunla oynuyorduk çünkü. Koşup geldim, kadınlarımı gördüm. Sloganlar atıyorduk… Devrim, umut, inat, “Kobane Düşmeyecek!”… Bunlar vardı dilimizde. Kadınlarla bakışıyorduk – “Acaba kadın devrimine ilişkin slogan atabilecek miyiz?” diye içten içe düşünüyorduk, biliyorduk. Yoldaşlar birbirine kalbiyle bağlanır, birbirlerinin aklını okur. Ve başladı, “Arin’den Sibel’e, yürüyoruz zafere…” Kadınlarla bakıştık, gözlerimizde o zaferin pırıltıları vardı. Sanki bir düğündeymişiz gibi dans etmeye başladık. Baya, baya dans ediyorduk. İkinci kez başladı slogan, önce bir balon patlaması – ya da çocukların sokaklarda patlattıkları maytabın sesi gibi bir ses- sonra olan oldu.

Kimse birbirini tanıyamadı ondan sonra. Hiçbirimiz artık aynı kişi değildik. Yerde Aydan Ezgi’min uzandığını, kıpkırmızı boyadığı saçlarından tanıdım. Herkes koşturuyordu, ona ulaşamadım. Sinir krizi geçiriyordu bir kadın, onu tutmaya çalışıyordu bir arkadaşım, onlara baktım dehşet içinde. N’oluyor? Hiç anlamadım. Geride kalanlardan biri olmak, bütün ümitlerinin elinden alınması, inancının, aşkının, umudunun sana ihanet etmesi, koşarak uzaklaşma isteği ile dolduruyor insanın içini. Çalıkuşu’nun, Feride’nin yaptığı gibi. Her şeyi bırakmak, her şeyi unutmak, koşmak, koşmak, geride bırakmak…

Feride unutmadı hiçbir zaman. İsyan etti hafızasına, zihnine, kalbine. Bazen de kaderine. Hatta şöyle dedi bir seferinde: “Hangi ümide sarılsam elimde kalıyor, neyi sevsem ölüyor.” Öyle inandım ki ben de buna. Gerçekten elim neye uzansa soluyor gibiydi o pazartesi gününden sonraki her gün. İçimde onlarca ölü taşıyordum her adımımda. Gittiğim her yerde benimleydi, yaşadıklarım ve yaşayamadıklarım. Anılarım ve pişmanlıklarım. Umutlarım, hayallerim ve onlarsız kalmanın yarattığı boşluk. İçimde kocaman bir kovuk vardı artık. Ölmekte olan ağaçlar gibi, toprakta köklerim vardı, ama dallarım bomboştu, içim gitgide oyuluyordu. Yine Feride yazmıştı, Çalıkuşu adını verdiği günlüğüne: “İnsan yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, hep birinin gönlümüzden kopup ayrılması bir ayrı sızı uyandırırmış. Bunu yazan şair ne kadar haklıymış!

Sonra mahkemeler başladı. Sanki hiç ölmemişler gibiydi. Etrafta, bambaşka yaşlarda suretleri geziyordu. Anneleri, babaları, kardeşleri… Biz geride kalanlar – ne kadar çokmuşuz! O zaman fark ettik. Mahkeme bir hapishanede görülüyordu. Bu da içimizde gizlice büyüttüğümüz o yalancı umudu besliyordu. Yüksek sesle söylemeye dilimiz varmıyordu, ama içimizden geçiyordu işte, biliyorduk: “Bu davada belki tahliye olacaklar, belki aramıza dönecekler, alacağız onları!” Sanki bizden kopmamışlar, koparılmamışlar gibi. Davalar rezaletti. Ben, o bahçede, arkadaşlarımın yaşamlarından ve umutlarından geriye neler kaldıysa, kendimden bana ne kaldıysa, onunla hayatta kalmaya çabalarken, benim o davanın bir parçası olamayacağımı, çünkü hayatta kaldığımı ve ölümcül bir yara almadığımı söylediler bana. Benim gibi yüzden fazla insan var, ölmediği için cezalandırılan. Elleri düşmedi yakamdan – yakamızdan.

Son kez okuduğumda Çalıkuşu’nu, davaya gidiyorduk, ilk defa. O gün sinir krizi geçiren arkadaş yine atak halindeydi. Yanına oturdum. Ona usul usul okumaya başladım kitabı. Sesli sesli. Usul usul. En baştan. Uyudu kaldı bir yerinde. Ben duramadım ama, sabaha dek, sesim kuruyup, umuduma tuttuğum yas bitmeye yüz tutana dek okudum kitabı.

Yirmi Temmuz Pazartesi idi, bugün ise Cuma. Bir şeylerin bitişi ile başladığım bir yolculuk vardı, yeni bir ben doğurmak için. Şimdi o yolculuğun da bitişindeyim. Yine her yanımda kadınlar var, ellerimden tutuyorlar, beni yeşertiyorlar. Hayalleri de gözümün önünde, Ferdane Anne’nin incecik yüzü, Nazlı’nın güçlü bakışları, Büşra’nın kocaman çocuk gözleri, Polen’in upuzun boyuyla etrafa saçtığı gülüşleri, Hatice Ezgi’nin kıvır kıvır saçları, Aydan Ezgi’nin kırılmaz bir kaya gibi güçlü olan inancı ve inadı, Nazegül Abla’nın herkesi kapsayabilecek kocaman kalbi, Ece’nin susmaz, uslanmaz, boyun eğmez vicdanı, Duygu’nun en önde olmasını, onu en sorumlu yapmasını sağlayan cesareti, Nuray’ın ardında adının unutulmamasından başka bir temenni bırakmayan, hukuksuz bir ülkenin hukuk öğrencisi olmak gayreti ve içtenliği hep benimle. Ben bu yolda öğrendim onlarla yaşamayı, onlarla içkin olmayı. Bu yolu yürürken fark ettim ne kadar kalabalığız, ah nasıl haklıyız, nasıl büyükmüş inancımız ve nasıl kötüymüş aslında onlar… Uzlaşmaz farklılıkları, derin uçurumları, soluksuz kâbusları, gün ortasında bir anıya dalıp bir tebessüm takılınca dudağıma, ilk meltemle onlar her neredeyse oraya yollamayı…

O zaman, bu yolun sonuna doğru gelirken ben, öğrendiğim şeyleri Çalıkuşum’dan söyleyeyim, üç defa, art arda, ama bir çırpıda:

Ben, sizi sevmesini sizden ayrıldıktan sonra öğrendim. Hayatta yaptığım tecrübelerle, başkalarını sevmekle sanmayın sakın. Gönlümün içindeki derin, hazin, ümitsiz hayalinizi sevmekle.”

Bir de ekleyeyim sonuna: “Ve sizi sevmeyi şöyle öğrendim: sahip çıkmakla, o hazin, ümitsiz ama derin ve inançlı hayalinize!”