Hegemonyanın Üretimi ve İktidar – Sıla Kaymak

Hegemonya kavramı yüzyıllardır kullanılmakta olan bir kavram. Kelime kökenine baktığımızda Antik Yunanca Hegestai sözcüğünden türemiş olup bir devletin bir başka devlet üzerinde ya da bir grubun bir diğer grup üzerindeki egemenliği anlamına gelecek şekilde kullanılmıştır. Hegemonya kavramına farklı yaklaşımlar mevcuttur. Ekonomik,sınıfsal,politik ve askeri tahakküm üzerinden hegemonya tanımlamaları yapan kuramcılar olmakla birlikte hegemonyayı tamamen tahakkümden ayırarak farklı tanımlayanlar da vardır. Antonio Gramsci’nin ifade ettiği ve geliştirdiği biçimiyle, biraz daha özelleştirilmiş bir hegemonya kavramından bahsedeceğiz. İlk ortaya çıkış ve kullanımı tahakküm yoluyla egemenlik ile ilişkili de olsa, Gramsci zorun yanı sıra farklı biçimlerde üretilen rıza yoluyla da sağlanan bir egemenlik biçimini tanımlamak adına kullanmıştır. Yani zorun aksine gücün daha dolaylı ve örtük biçimlerini ifade eder. Gramsci toplumu politik ve sivil toplum olmak üzere ikiye ayırır. Politik toplum zor yoluyla, sivil toplum ise hegemonya dediğimiz başkaca aygıtlarla üretilen bu örtük güçle örgütlenir.  Gramsci işçi sınıfının kendi hegemonya alanını yaratmasının devrimci mücadele bakımından elzem olduğunu savunur. Bu kavramı geliştirirken Lenin’den de oldukça etkilenmekle birlikte, Gramsci’nin ortaya koyduğu hegemonya, ekonomik ve sınıfsal temelinin yanı sıra kültürel, ideolojik, ahlaki boyutlara da sahiptir. Yani işçi sınıfının salt politik liderliği değil kültürel liderliği de ele almasının önemine vurgu yapar. Gramsci’nin hegemonya tanımı üzerine de farklı yaklaşımlar mevcuttur. Sonrasında Gramsci üzerine okuma yapan kimi kuramcılar onun hegemonya tanımının zoru dışlamadığını, yani rıza ve zorun bir bileşkesi üzerinden kurguladığını ancak rıza üretimi üzerine odaklandığını söylerken, kimileri salt rıza yoluyla üretilen bir hegemonya kavramından ve bununla ilişkili olarak üretilmesi gereken karşı hegemonyadan bahseder. Öyle ya da böyle, Gramsci’nin alt yapı üzerine yapılan aşırı vurgunun eleştirisi ve dikkati üst yapı kurumlarına, kültürel ve ideolojik alana çekmesi bakımından çalışmaları marksist teoride önemli bir yer tutar.

Gramsci öncesinde de kavramsallaştırılmamış olsa da Marx ve Engels’te hegemonyanın Gramsci’deki kullanımına benzer tespitleri görmek mümkündür. Proletaryanın sömürüldüğünün ve baskı altında tutulduğunun farkına varmamasına neden olan yanlış bilinç kavramı ile hegemonya kavramı arasında paralellik kurulabilir.Yanlış bilinç hakim olan sınıfların toplumun var olan yapısı üzerindeki güç ve etkisi oranında ezilenlerin bilincindeki sapmayı ifade eder. Bir sınıf veya ezilen bir kimlik olarak olarak durduğu yeri,ezilme koşullarını ve mücadele olanaklarını fark etmemesine neden olan sadece devletin zor aygıtlarıyla kurduğu tahakküm değildir. Kültürel ve ideolojik aygıtlar yoluyla üretilen rıza da bu yanlış bilincin oluşumuna katkı sağlar.

Marx ve Engels’in birçok eserinde değindiği durumun teorize edilmesi, buna vurgu yapılması Gramsci ile olmuştur. Gramsci İtalyan bir köylü ailesinin bir ferdi olarak genç yaşında devrimci mücadele ile tanışmış, yıllarca pratik devrimci faaliyetin içinde yer almış, Mussollini’nin deyimiyle ‘ tehlikeli kambur bir köylü olarak görülerek Musollini faşizminin onu hapsetmesiyle yıllarca tutuklu kalmış ve bu dönemde hapishanede aldığı notlardan ve yolladığı mektuplardan oluşan ve sonrasında derlenerek Hapishane Defterleri olarak basılan kitapta, oldukça önemli kavramlar üzerine tartışmalar yürütmüştür. Çalışmaları, sonrasında sadece birçok Marksist teorisyenin değil aynı zamanda sosyal bilimcilerin de çıkış noktası olmuştur.

Var olan ve birçok bakımdan bizi belirleyen sosyal sistemler düşünüşümüzü de etkiler. Hegemonya kavramı bu bakımdan düşünüldüğünde oldukça hayatın içinden bir kavramdır. Hegemonyayı tartışan Gramsci de yanlış bilinç kavramını tartışan Marx ve Engels de kendi çağının düşünüşünün mirasçısı olmaktan kaçamaz. Ancak belli bir bilinçle kendilerini kuşatan ve belirleyen sosyal ve kültürel olgulara ilişkin farkındalık kazanarak azami düzeyde sıyrılmaya çalışırlar. Bu hayatın içindeki her insan için geçerli olduğu kadar her filozof, politikacı ve teorisyen için de geçerlidir. Pierre Bourdieu bir sosyolog olarak kendini en çok zorlayan şeyin akademisyenler ile, yani kendisi ile en çok benzeşen profil ile ilgili yaptığı çalışmalar olduğunu söylemiştir. Bourdieu ‘habitus’ dediği, kişinin eylemlerini şekillendiren ve eylemleri tarafından şekillenen, pratik eğilimlerinin bir setinden bahseder. Bir akademisyen için kendi habitusunun dışından bakmak daha zordur. Ancak her birimiz için kendimizi belirleyen toplumsal koşulların dışında düşünme ve davranma yeteneği zor da olsa kazanılabilir bir şeydir.

Peki hegemonya günlük hayatta nasıl üretilir ve bundan nasıl ve ne oranda sıyrılabilir ve farklı bir bilinç düzeyi açığa çıkarabiliriz? Din, siyaset, medya, eğitim, sanat…

Hegemonyanın üretiminde en etkili alanlardan biri şüphesiz okullardır. Yıllarca zorunlu eğitim adı altında öğretilen bir resmi ideolojinin etkisi, her zaman kaba biçimiyle olmasa bile, buna karşı eleştirel bir bağışıklık geliştirdiğini düşünenlerde dahi en ince şekilleriyle kendini hissettirebilir. Yıllarca Kemalist ideolojinin gölgesinde ‘eğitilmiş’ zihinler, Kemalizmin ön kabullerini reddetse dahi düşünüşünde izlerine rastlanabilir. Bugün siyasal islamın altında yeniden düzenlenen müfredat ile yetişen nesiller de bunun etkileri uzun vadede görülecektir. Akademiye yönelik saldırıların, üniversiteleri kuşatma girişimlerinin altında yatan neden de iktidarların bu alanların düşünsel ve pratik anlamda topluma etki düzeyinin farkında olmasıdır.

Yine çok önemli bir hegemonya üretim alanı ana akım medyadır. Diziler, filmler ve televizyon programları, en masum görünenleri dahi, toplumsal güç ilişkilerinde egemen olanların cephesinden içerik üretir. Neyi sevdiğimize, hayatımızı nasıl yaşamak istediğimize ve bir bütün olarak düşünüşümüze etkisi farkına vardığımızdan çok daha fazladır. Şiddetin romantize edildiği, edilgen kadın figürünün ideal sayıldığı dizilerle büyüyen bir kadın için, bu ilişkilerin doğal bir dinamiği olarak görülmeye başlar. Bir haberin sunuluş şekli kimin ‘vatan haini’, kimin kahraman olduğuna dair kamuoyu algısını şekillendirir. Amerikan bireyciliği Hollywood filmleri aracılığıyla ideal ve özgür insanın prototipi olarak sunulur, erişmemiz ve yetinmemiz gereken bir özgürlük tanımı yapar. Bütün bunlar görünürde herhangi bir zor kullanmadan var olan eşitsizliklerin kabulüne ve sürdürülmesine katkı sağlar.

İktidarın ideolojik ve kültürel alanlara yönelimi ve buna atfettiği değer göz önüne alınırsa, toplumun şekillenişinde ne kadar önemli olduğu görülebilir.Tayyip Erdoğan kendi kitlesine seslenirken ‘Siyasi iktidar olmak başka bir şeydir, bizim hala sosyal ve kültürel iktidar olma konusunda sıkıntılarımız var.’ minvalinde açıklamalar yaparak buralardan doğru güçlenmeye ne kadar önem verdiğini ifade etmiştir. Müfredat değişiklikleri, KYK yurtlarında, okullarda, toplu ulaşım araçlarında sergilenen, oluşturulmaya çalışılan yeni resmi ideoloji ışığında üretilen içerikler vs. düşünüldüğünde sahip olduğu bütün imkanlar ile buraları tutmak için büyük mesailer harcamaktadır. Bu eksende ezilenlerin karşı bir hegemonya hamlesi ile kendi kamusal alanlarını, mekanlarını kurgulamaları ezenlerin hareket marjını daraltacak, özgür alanlar yaratacaktır.