Haziran Balçıkla Sıvanmaz – Yaren Tuncer

Haziran Ayaklanması; işçi sınıfı ve ezilenler için hafızalardan asla silinmeyecek bir deneyim olduğu kadar egemenleri de rahat bırakmayan bir kabus olmaya devam ediyor.

Peki ya egemenleri şaşkına döndüren ve hala korkutmaya devam eden Gezi neydi?

27 Mayıs 2013 yılında 5 ağacın sökülmesi üzerine ortalama 20 kişinin parkta nöbet tutması nasıl şehir şehir büyüyen bir ayaklanmaya dönüştü?

Bir çevre hareketi olarak 27 Mayıs’ta başlayan nöbet eylemine ertesi gün polis saldırdı. Her zaman yaptığını ve “görevi” olanı yapmıştı aslında polis. Neden her polis saldırısı sonrası ayaklanma çıkmazken Gezi Direnişi 30 Mayıs’ta İstanbul’da,1 Haziran ile de Türkiye ve K. Kürdistan’da bir ayaklanmaya evrildi? Bir yanda gençliğin geleceksizliği, büyüyen işsizlik ordusu ve sefalet gerçekliğinde bir avuç insanın elinde biriken servet; kısacası zengin ile yoksul arasında büyüyen uçurum… Bir yanda da esasında halkın her kesimi tarafından görünür olan keskinleşen emek-sermaye çelişkisini yumuşatma olanağını kaybeden, ekonomik-politik reformlar yapamayacak olan, bu sebeple de zor gücüne, o buz kesmiş gaddar devlet yüzüne daha çok, daha açıktan başvuran egemenler… Yani devlet-halk çelişkisinin de keskinleşmesi. Yaşam tarzına müdahale, kadın düşmanı cinsel politikalar…

Bir yanda halkın “en apolitik” kesimlerinin de faşizmin politikalarından duyduğu sıkıntıyı dile getirdiği bir dönem, bir yanda sokakların biriktirdiği omuz omuzalık ve sloganlar… 2013 Haziran’ına giden süreç epey biriktirmişti anlayacağınız. Yani bizim meseleyi salt bir çevre hareketi olarak düşünmemiz olanaksız. Böyle küçük hareketlerin tüm memleketi saracak bir halk ayaklanmasına dönüşme olanağı çelişkilerin keskinliği ve ezilenlerin öfke ve güç birikimlerinin çapı ile bağlantılıdır. Denklem çok da zor değil aslında; kabaca söylemek gerekirse değiştirme, dönüştürme istençli ezilenler bunu yapabileceklerine dair bir umut yakaladı ve o umudun, o geleceğin kendi ellerinde olduğu bilinci ve öfkesi ile sel oldu aktı.

Ben konuyu çok uzatmayacağım keza asıl bahsetmek istediğim konu o meşhur Gezi İddianamesi. Gezi hakkında en kafa açıcı soruları, en doğru saptamaları Erdoğan’dan almaya çalışırsak mesele çok daha kolaylaşıyor. Faiz lobisi, darbeciler, dış güçler birleşip gizli toplantılar düzenledi ve bir takım planlamalar yaptı, çapulculara karar aktarımı yapıp yine Erdoğan’ın deyimi ile “saygı duyulabilecek çevreci gençlerin yanında konumlanan kukla marjinal sol örgütler” vatan haini bir ayaklanma başlattı. Kesinlikle harika!

İşte bu zihniyet halkı ciddiye almamanın göstergesi midir yoksa halktan korktuğu ve onun yapabileceklerini bildiği için halkın hanesine yazılan deneyimleri karalama, bu deneyimler üzerinden tekrar sopa gösterme gayreti midir? Bilemedim. Erdoğan’ın ve aslında onun dolaylı-dolaysız temsilcisi olduğu sermaye gruplarının söylediklerine göre halkın bir aklı, iradesi yoktur. İsyan ediyorsa mutlaka lobiler mihraklar falan tarafından kışkırtılmışlardır. Egemenlere karşı ayaklanan işçileri, gençleri, kadınları, ezilen halkları bile başkaca egemenler tarafından dinamitlenmiş gibi gösterirler. Böylece ortaya çıkmasını engelleyemediği ve zor yoluyla bastıramadığı bir halk hareketini edilgen olduğunu öne sürerek denetim altına almaya çalışır. Bu yolla ezilenlerin isyanını değersizleştirmeye çalışır.

Hepimizin gözlemlediği üzere bir süredir egemenler kör göze parmak sokar gibi Gezi’yi daha sık dile getirir oldu. Ezilenlerin hafızasında hala taze olan ayaklanmamızı bir öcü gibi gösterme çabası, Fransa’da sarı yelekliler eylemlerinin verdiği korku, içinden çıkamayacakları krizlerin içinde savruluşları, meşruluklarını yığınlar nezdinde de yitiriyor olmaları, sömürgeci amaçları yolunda zora girmeleri ve Haziran Ayaklanması’nı safsatalar ile bir takım güçlere yıkma ve değersizleştirme ihtiyacı Gezi’yi çekmeceden çıkarıp tekrar masaya koymalarını açıklayabilir. Gezi iddianamesini açıp okuyacak olursanız, bir iddianame mi yoksa Samanyolu TV dizi senaryosu mu diye kendinize sormadan edemezsiniz. Koskoca bir halk ayaklanmasını bir takım iç ve dış mihrakların hain planı olarak aktaran ve bununla da kalmayıp ayaklanmanın tüm gelişimini, eşiklerini yine böyle bir mantıkla açıklamaya çalışan bir iddianame var karşımızda.

Peki kabaca bir bakacak olursak bu name neyi iddia ediyor ?

İddianamenin çekirdeğini oluşturan tüm bilgiler hala cemaat operasyonundan aranan savcı Akkaş’ın telefon dinleme talebi üzerine alınan kayıtlara ve emniyetin o dönem hazırladığı fezleke ve analiz raporuna dayanıyor. Bu raporları hazırlayan, dinlemeleri yapan tüm isimler cemaat ile ilişkili olmakla suçlandı. Başsavcılık, dosyada cemaat izlerinin bulunması nedeniyle iddianamede, “delillerin yeniden kıymetlendirildiği, cemaatin izlerinin silindiği” iddiasını öne sürdü. Ancak sanırım cemaatten aranan savcı ve iddianamede çalışan kişiler görünmez “izler” bırakmış. Zira yeni iddianamede değişen hiçbir şey yok. İddianame, özünde bir halk ayaklanmasını karalamak ve ayaklanmanın sebeplerini kötü niyetli 16 kişi ve iç-dış güçlere bağlamaya çalışma kaygısı güdülerek hazırlanmış.

İddianame, dünya genelinde 2008-2012 Küresel Ekonomik Kriz nedeniyle başlayan toplumsal ve küresel protesto hareketi Occupy (İşgal) ile başlıyor. 2011 yılından beri aralarında “esnek hiyerarşik yapı” olan 16 sanığın yurtdışı ve yurtiçi görüşmeler yoluyla ayaklanmayı planladığı ve finanse ettiği öne sürülüyor. Finanse etmeye dair iddianın dayandırıldığı kanıtlar ise ayaklanma sırasında telefon konuşmalarında “maske Koçtaş’tan mı alınır, masa Cezayir Restoran’dan mı gelir” gibi ifadeler. Evet yanlış okumadınız. 2011’de çok güçlü bir takım güçler tarafından planlanan ve yine iddianameye göre 2012’de ‘ODTÜ AYAKTA’ eylemleriyle hayata geçirilmeye çalışılan o hain plan tuttuğunda maske ve masa gibi sorunlar ile cebelleşilmiş.

Yazıyı kısa tutma kaygısıyla iddianamenin kaba özeti sayılabilecek enteresan kısımları aktarmak istiyorum. Çünkü hiçbir okurun değerli vaktini bu kof, tatsız ve dandik iddianame ile harcamasını istemem. İddianame genel olarak hukuki bir metinden çok başarısız bir deneysel edebi metine benzemekte.

Hadi bu deneysel metnimizin yazarı nasıl bir girizgah tercih etmiş bakalım; “Arap Baharı; Arap halklarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları taleplerinden ortaya çıkmış; bölgesel, toplumsal bir siyasi ve silahlı bir harekettir. (…) Birçok siyaset bilimci bu eşi görülmemiş halk hareketini, Arap dünyasında yaşanan en büyük değişim olarak adlandırmaktadır. Ülkemizde ise bu olayların farklı bir yansıması ve uyarlaması olarak, hakkında iddianame tanzim olunan şüphelilerce İstanbul Taksim Bölgesi Yayalaştırma Projesi kapsamında, Taksim Gezi Parkı’ndaki bazı ağaçların 27.05.2013 tarihinde başka yere nakledilmesi bahanesi ile başlayan protesto eylemleri, provokasyonlarla birlikte ülke çapında olaylara ve şiddet içerikli eylemlere ve hükümete yönelik bir kalkışmaya dönüşmüştür.”

Evet… Yazarımız(!) burada oldukça didaktik ifadelerde bulunmuş. Arap halkının politik özgürlük ve insanca yaşam odaklı başlayan meşru ayaklanmasını özlü ve yalın aktarmış ancak konu savcısı olduğu devlete karşı bir ayaklanma olunca ağdalı bir dil ile tutarsız ifadeleri kullanmaktan kendini alıkoyamamış. Yazar, yediği kaba tükürmemeye gayret gösterirken doğal olarak sanatçı kişiliği ile bir çelişkiye girmiş. Ancak yine de Ayaklanma’nın AKP’nin iç ve dış politikaları sebebiyle çıktığını belirtmek durumunda kalmış.

Yazar, girizgahını yaptıktan sonra Occupy Hareketi’nden konu açmıştır. Haziran Ayaklanması’nı Sırbistan’da kurulan OTPOR (DİRENİŞ) örgütüne bağlamıştır. Basında yer alan bilgilerden George Soros’un bu örgütün finansörü olduğunu anlatmıştır. Peki savcı bu örgütü Haziran Ayaklanması ile nasıl ilişkilendirmiş olabilir? Cevabını vermeye ben bile utanıyorum ama sıkılı yumruk ile. OTPOR’un amblemi olan havaya kaldırılmış sıkılı yumruğun eylemlerde sıkça kullanılması bu ilişkiyi kurmak için yeterli görülmüş.Yazara sıkılı yumruğun neolitik çağdaki mağara resimlerinde de görüldüğünü, tarih boyunca zulmün karşısına her dikilişin sözsüz ifadesi olduğunu söylemekte fayda var. İddianame uzun uzun Bazı OTPOR aktivistlerinin İstanbul gezilerini (bunların içine evli ve çocuklu bir çiftin çocuklarıyla seyahat bilgileri ve fotoğrafları dahi mevcut) ve 16 sanığın yurt dışına gidip geldiğini anlatılıyor. Ardından bu bilgiler ile tüm bu seyahat bilgileri paylaşılan kişiler arasında bağlantı kuruluyor. İddianamede birçok konuşma ve mesajlaşma mevcut, bir çoğunun iddianameye hangi amaçla konulduğunu dahi anlamadım. Yazar, gereksiz ayrıntılar ile anlatımı dağıtmış. Anlayacağınız akıcılık açısından da sınıfta kalan bir metin.

Sonrasında ise diğer ülkelerde benzer nitelikte ayaklanmaların mevcut siyasi yapıyı değiştirdiğini belirtip bu sebeple suçlanan 16 kişinin de aynısını amaçlamış olabileceği öne sürülüyor. İddianamede şöyle bir cümle de göze çarpıyor: “Bu maksatla çeşitli bahanelerle başlatılan eylemlerin, toplumun hemen her kesimi tarafından destek görmesini sağlayacak şekle büründürülerek Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye imkan sağlayacak boyutlara ulaşmasının hedeflendiği bilinen bir vakıa olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yöndeki faaliyetlerin de dış ülkelerdeki eylemlerle uygulama mantığı yönünden benzerlikleri sebebiyle Gezi kalkışmasını da George SOROS’un ve aynı düşünce amacını hedefleyen odakların ülkemizde mevcut uzantıları tarafından organize edildiği anlaşılmıştır.” Tırnak işareti içine alınmış bölümü defalarca okumanıza gerek yok,sorun sizde değil metinde.

Savcı Bey’in büyük oyunu görme ve gösterme çabası boşunadır. Ancak geziyi karalama, ezilenlere sopa sallama ve ayaklanmayı bir takım dış güçlerle ilişkilendirme gayreti egemenler açısından oldukça anlamlıdır. Çünkü sömüren-sömürülen, ezen-ezilen arasındaki ekonomik ve toplumsal saflaşma derinleşmiştir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin cephesi genişlemişti ve egemenler çok iyi biliyor ki 2013 Haziran’ında sokaklardan yükselen sesler, mezara gömülecekleri günlerin ayak sesleriydi. Yine çok iyi biliyorlar ki 2019 yılında çelişkiler 2013 yılındakinden çok daha net görülmekte.

31 Mart’ta ağır bir tokat yiyen AKP/MHP ittifakı ipleri elinden kaçırmamak için türlü türlü biçimlere giriyor. 31 Mart gecesindeki konuşmasında savaşın, işgalin ve krizin faturasını emekçilere kesmenin diğer bir deyişi olan reformların sözünü veren faşist şef, YSK eliyle gerçekleştirdiği 6 Mayıs darbesiyle faşizmin ne olduğunu; egemenlerin gerektiğinde kendi balonları olan burjuva hukukunu nasıl söndürebileceğini, faşizmin tek başına sandıkla geriletilebilen/yenilebilen bir rejim olmadığını herkese tekrar gösterdi.

6 Mayıs gecesinden itibaren sokaklara akan kitlelerin rüzgarı Gezi kokusu taşıyor. Bu kokuya alerjisi olanlar televizyon programlarında, açıklamalarda itidal ve sabır çağrıları yapıyor. 19 Mayıs’ta “aynı gemi”nin önünde gövde gösteriyor. Ezilenler ise, kendisini o sandıktan bu sandığa koşturan, o geminin dümenini ellerinde tutan alerjikleri, denizlere çıkan sokaklardan geçerek tarihin karanlık sularına gömebileceklerinin farkında.

İnsani yaşam koşullarına erişemeyen, gerici ve tekçi müfredata hapsedilen, o stajdan bu staja sömürülen, hapishanelere çevrilen kampüslerde önceki sınavdan sonraki sınava koşturulan, politikadan uzak tutulmak istenen gençlik, tarihinden aldığı mirastan yola çıkarak “oyuna gelmeyin” diyenlerin, ”sabredin, sandıkta cevap vereceğiz.” diyenlerin dümen suyundan gitmeyecek. O sandıktan bu sandığa sürüklenmeyecek. Faşist diktatörlüğün karşısında özgürlük şiarıyla dikilecek ve sokaklarda büyüyen mücadeleyi omuzlayacaktır.

Daha önce Özgür Gençlik’te yayımlanmış olan “ Sokağa,Eyleme,Özgürleşmeye” başlıklı yazıda sorulan “Akıntıya kapılmak ya da suya yön vermek… Hangisini tercih edeceğiz?”

sorusuna gençliğin cevabı bellidir: Suya yön veren olacağız!