2015 Yılı Hiç Unutulmayacaktı – Mehtap Sakinci

2015 yılının bahar ayından Ekim’ine değin, “savaşa dur” demek, “savaştan sonra zarar görenlerle dayanışmak” adına bu ülkenin güzel insanları harekete geçecekti. Sınırların arkasındaki sıcak savaşı ve adım adım yaklaşan savaşın sesini duyan bir grup insanı, “düş yolcusunu” yollara düşüren şey, işte bu büyük farkındalıktı.

5 Haziran 2015’te siyasi bir partinin mitingini hedef alan IŞİD adlı barbar çete, bundan sadece 45 gün sonra Kobane’ye başta oyuncak olmak üzere her türlü insani yardım götürmek için 20 Temmuz’da Suruç’a gelen yüzlerce insanı hedef alıp 33 Düş Yolcusunu katledeceklerdi.

Sonraki süreçte, Diyarbakır ve Suruç katliamlarına yönelik gerçek ve etkili soruşturmalarının gerçekleştirilmemesi, IŞİD’i bir terör örgütü değil de “bir grup öfkeli genç” addeden aşırı iyimser devlet tutumu ile yaklaşan genel seçim atmosferinde Ankara’nın göbeğine ülkedeki tüm emek, barış ve demokrasi bileşenlerini katletme planı hayata geçirildi. 10.10.2015 tarihinde bu ülkede o zamana kadar yapılmamış bir şey yapılacaktı, on binlerce kişi “SAVAŞA HAYIR, BARIŞ HEMEN ŞİMDİ” diyecekti…

Diyarbakır, Suruç ve Ankara’ya gelenler, hiç şüphesiz bu ülkede barışı hayal etmenin bir bedeli olacağını bilmeyen insanlar değildi. Ancak bu katliamlarda ödenecek bedelin insan aklıyla açıklanabilmesi mümkün değildi. Çünkü, adım adım gelen canlı bombaların rahatlıkla kendilerini infilak etmesi karşısında, yaşam hakkının hiçe sayılarak, yaralıların nefessiz kalmalarına ve olay yerinde hemen ölmelerine neden olacak kadar tazyikli su, plastik mermi ve biber gazı sıkma şeklindeki ciddi polis müdahalelerinin yaşanması, ambulansların zamanında olay yerine intikal ettirilmemesi ve hastaneye giden yolların kasıtlı kapatılması gibi akıl ve vicdan dışı bir tavırla karşılaşılmıştı.

2015 yılı yazında şiddetlenen yok etme duygusu ile her seferinde öldürülmek istenen ve her seferinde daha güçlü ve rahatça canına kastedilen bizlerdik. Bizim çocuklarımız, annelerimiz, babalarımız, eşlerimiz, arkadaşlarımız ve bizim barışa dair duygularımızdı hedef alınan…

Bizler hem öldürülmek istenirken, şans eseri hayatta kalan, hem de bu can pazarında canının parçasını, canının yoldaşını, ciğerini kaybeden insanlardık. Bizim payımıza düşen tek şey, sözün bittiği yer, denen noktadan ayağa kalkıp “direniş” başlatmaktı.

Bu direniş; kaldırım kenarında upuzun gülümseyerek yatan delikanlının, kaskına şarapnel işlemiş inşaat işçisinin, yürek yüreğe kenetlenmiş dostların, ekmek mücadelesinde simidi yere düşenlerin, naylon bir terlik ile kösele bir tek ayakkabının anlattıklarının, dünyayı daha güzel bir yere dönüştürmek isterken iyiliğinden vurulanların, her dilde “barış” yazan pankart taşıyanların, el ele gelen anne oğulun ya da baba çocuğun, yarım bırakılan hayatların, yaşamdan koparılan çocukların adına ama en çok da kendi vicdanlarımızın sesini susturmak içindi.

Her nasılsa yaşadıklarımızdan çok kısa süre sonra, yas tutmaya fırsat olmadan, kendimizi büyük adalet mücadelesi içinde bulduk. Çünkü, katilleri tanıyorduk ve gerçek adalet beklentimizin karşılanmasına yönelik aylarca ciddi girişimlerde bulunulmayan bir hukuk sistemi ile karşı karşıyaydık. Üstelik, her ölüme münferit bir adli vaka ve olağan gözüyle bakılan bir sistemde, aynı karanlık eller tarafından 2015 yılında Haziran’dan Ekim’e katledildiğimizi anlatmanın zorluğunu yaşıyorduk. Daha zor olan, zulme uğrayan taraf olarak sosyal medya üzerinden kriminalize edilmek, yaşamını yitirenler üzerinden terörize edilmekle karşı karşıya bırakılmaktı. Aynı insanlık paydasında buluşamadıklarımızın, ölümlerimizden ve akıtılan kandan haz duyan nefret söylemleri ile devlet erkinin failleri değil de ölenler ve aileleri sorguladığı, yargıladığı bu sistemde; hesap sorma aygıtını işletmeyenlere ve ölümü kutsayanlara inat hep birlikte adalet mücadelesi vermeye ant içtik.

Zaman akıp giderken, her ay bir sonraki ay için ANMA çağrısında bulunduk, bulunmaya devam ediyoruz. Amacımız; kaybettiklerimizi unutulmanın ve unutturulmanın makus talihinde yeniden kaybetmemek.

Diğer taraftan, tüm bu katliamlarının aydınlatılmasında, eksik ve geciken soruşturma nedeniyle hiç ilerleme kaydedilmemesi; Ankara Garı katliamı soruşturması kapsamında da elde edilen verilerle ve buradaki müştekiler ve vekillerinin gayretiyle bir kısım delille yürütülen davalar, aslında gerçek faillerine ulaşmanın çok uzağında olduğumuzu ortaya koyuyor. Ankara Garı katliamı ceza yargılaması, müştekilerin kovuşturmanın genişletilmesi yönündeki taleplerin neredeyse tümünün reddi ile yaklaşık 2 yıl gibi kısa bir sürede sona erdirilirken, bu yargılama kapsamında 19 IŞİD’li sanık örgüt üyeliğinden ufak tefek cezalar almış, kalan 16 firari sanık yönünden de dosya tefrik edilmiş ve halihazırda yargılama bulunmayan sanıkların olmadığı sembolik duruşmalar şeklinde devam etmektedir. Üstelik bu tefrik dosyası üzerinden bulunmuş bir sanık olmadığı gibi, mahkemenin tanıklık yapacak kişileri de dinlemek istemediğini de görmekteyiz. Suruç ve Ankara Garı katliamlarında aktif rol oynayan sanıkların başından beri firari olduğuna ve ne hikmetse bulunmak istenmediklerine de vakıf bulunmaktayız. Suruç katliamı yargılamasının gözden ırak bir yerde Ş.Urfa/ Hilvan Cezaevi Kampüsünde, sanıklar duruşmaya getirilmeksizin müşteki konumdaki katılımcının bile istenmediği, gelen müştekilerin de sanık addedilerek baskı altında tutulduğu düşünüldüğünde, ailelerin kendi adaletlerinin peşinden koşmaktan başka bir çareleri olmadığını ifade etmek gerekir. Kaldı ki, yine bu yargılamanın da Ankara Garı katliamı dosyasındaki çok az veri esas alınarak yapılması dahi, vaat edilen adaletin adalet olmadığını göstermektedir.

Şüphesiz ki, o gün bedenen ölmeyen bizler açısından da, gerçek faillerin cezalandırılması ve yitirdiğimiz onca insana adalet borcumuzu ödememiz adına iyilik ve barış diye yollara düşenler olarak, şimdi de adalet için bir arada olmayı sürdürmek zorundayız.

Vahim olan, adaletin olmadığı bir ülkede zalimlere rağmen gerçek adaletin izinden gitme çabasındayken yas tutmaya zaman bulamamızdır.

Vahim olan, eksik ve geciken soruşturma süreçlerinde gerçek faillerin bulunmak istenmemesi, tutuklanmaması, sınır dışı etmelerinde kolaylık sağlanması, gerçek faillerin ifşa edildiği raporların, kayıt ve belgelerin sümen altı edilmesi, failini bildiğimiz suçta faillere teğet geçmemiz ve bu suretle her seferinde yeniden öldürülmemizdir.

Vahim olan, piyonların yargılandığı duruşmalarda “insanlığa karşı suç” olgusunun hiç tartışılmaması, piyonların şah olduğuna inanmamızın istenmesidir.

Vahim olan, acımızın paylaşılması bir yana, halen adalet mücadelesinde birer nefer olan ailelerimizin etkin bir şekilde terörize edilmesi, örselenmesi, anma törenlerinde hırpalanması, işlerinden ihraç edilmesi, yeri geldiğinde rahatlıkla tutuklanabilmeleridir.

En kötüsü, Diyarbakır katliamı sonrası gerekli ve zorunlu hukuki süreç işletilseydi Suruç’ta, Suruç Katliamı araştırılsaydı Ankara Garı önünde kimsenin ölmeyeceğini bilmemizdir.

Yine bilinen bir şey de; katliamlara artık aşina olunan bu topraklarda, çocuklara oyuncak götürmek iyiliğinde bulunan insanların, yine öldürülmüş insan bedenlerin araç arkalarında sürüklenmesine kadar getirilen insanlık dışı süreçlerde “savaşa hayır” yürekliliği gösteren insanların ve hala korku imparatorluğuna karşı sokaklara çıkıp haklı ve onurlu bir mücadelenin neferi olan geride kalanların iyiliği, cesareti ve kararlılığının tarihe şerh düştüğüdür.